Taraf yazarı Yıldıray Oğur, “Bana solcular adam öldürüyor dedirtemezsiniz” başlıklı yazısında 1 Mayıs 1977’nin sol içi çatışma olduğu iddiasını yineliyor ve yönetmen İshak Işıtan’ı şahit gösteriyordu. Sendika.Org’a konuşan Işıtan, açıklamalarının Oğur tarafından çarpıtıldığını söylemişti.

 

İshak Işıtan şimdi de yazılı bir açıklama gönderdi. İşte o açıklama:

 

Sayın Yıldıray Oğur,

 

Taraf gazetesinde benimle 1 Mayıs 1977 katliamı üzerine yaptığınız görüşmeye dayanarak yayımladığınız "makalenizi" bugün üzülerek okudum. Makalenizde size söylediklerimin büyük bir bölümünü kasıtlı olarak değiştirmişsiniz ve bana mal etmişsiniz. Bu şerefli mesleği 41 yıldır dünyanın dört bir yanında yapmaya gayret ediyorum.

 

Size samimi olarak söylüyorum. Söylediklerimi değiştiren ilk gazeteci olarak tarihime geçtiniz. Bu değerli meslek adına çok üzüldüm. Hele bunu 35 yıl önce çektiğim 1 Mayıs filminin 4 saniyelik bölümünde, Taksim Sular İdaresi üzerinde ilk kurşundan 5 veya 6 dakika sonra çekebildiğim iki polisin görüntüsüne dayanarak ispat etmeye çalışıyorsunuz. Kaldı ki, 21 dakikalık filmin tamamını bile görmemişsiniz. Rüzgara karşı tükürmüşsünüz.

 

1 Mayıs 1977 katliamı üzerine bana sorduğunuz sorularınıza samimi olarak cevap verdim. Ancak benim söylediklerimi neden terbiyesizce değiştirdiğinizi hiç anlayamadım. Benim adımı kullanarak siz istediğinizi bildiğiniz gibi yazmışsınız. Neden siz söylemediklerimi saygısızca değiştirerek bana mal ettiniz? Benim üzerime elinizde yok denecek kadar bilgi var. Bu, kırık bir masanın köşesinde yarım yamalak, alelacele, ciddi bir araştırma yapmadan yazılmış “makalenizde” bariz bir şekilde görünüyor. “Sizin” de yaptığınız bu saygın mesleği ben, 1969 yılından beri yapıyorum. Yapıtlarım dünyanın dört bir yanında devlet televizyonlarında, sinema salonlarında ve üniversitelerde sınıflarda gösteriliyor. Bu listede Türkiye’min de adı var. Bu filmler masa köşesinde çekilmiş filmler değil. Hele 1 Mayıs 1977 hayatımı riske alarak çekilmiş bir film.

 

Bakın nasıl çarpıtmışsınız söylediklerimi: “Ellerinde silahlar olan göstericilerin görüntülerini tek tek seçip kestim. Amacım genel resmi vermekti. 24 saat uğraştım bunun için”. Ben size böyle bir şey söylemedim. Bunu siz uydurmuşsunuz. Ben size haklarında dava açılan ve mitinglere katılma yasağı konan öğrenci liderlerinin görüntülerini kestiğimi söyledim. Polis her an çektiğim filmlere el koyabilirdi ve onlar da yeniden tutuklanabilirlerdi. Haklarında dava devam ediyordu ve eylemlere katılma hakları sınırlandırılmıştı. Ancak, tarihi bir belge olduğu için sadece pozitif bir kopya üzerinde kesintiler yaptım. Yıkanmış negatif üzerinde hiçbir modifikasyon da yapmadım. Söylemiştim, hatırlıyor musunuz!?

 

O yirmi dört saat içinde neler yaptığımı tekrar ediyorum. Negatif yıkandı, pozitif kopyası basıldı. Ses bandı yapıldı. Sesli film kameraları yoktu o çağda. Hepsini bir araya koymak gerekiyordu.

 

Bakın, 35 yıl sonra hala katiller bulunmuş bile değil. Anlattım size. Hatırlıyor musunuz? O günlerde, 1 Mayıs 77 mitingi provokasyonlara apaçıktı. Olay üzerindeki araştırmalarınız çok yüzeysel, hatta yok gibi. Benim filmimi bile görmemişsiniz. Bütün zıt gruplar silahlıydı ve bir kıvılcım yeterliydi Taksim’in savaş alanı haline gelmesi için. Bir silahın patlaması yeterliydi. Ayrıca yeterli de oldu. Ama kim tetiğe basmıştı?

 

O tarihlerde, devlet içinde devlet vardı. Güçler birbirleriyle savaş halindeydi. Parlamentodan hiçbir kanun çıkamıyordu. Çıksa bile kanunları onaylayacak cumhurbaşkanı bile yoktu. Parlamento içi ve parlamento dışı güçler birbirleriyle savaş halindeydiler. Günde ortalama ölü sayısı 4 ile 5 arasında değişiyordu. Ordu içinde iktidarı ele geçirmek için oluşmuş gruplar vardı.

 

Ayrıca sıkılan ilk kurşunun ne militanlardan ne de polisten geldiğine inandığımı size söyledim. Eli tetikte olan binlerce insan vardı bu meydanda. Hatırlıyor musunuz? Taksim Meydanı’nda bir silahın patlamasının, alanı savaş meydanına döndüreceği bir gerçekti. Tabii ki bundan yararlanmak isteyen karanlık güçler pusuda bekliyorlardı.

 

Bakın düşüncesizce ne yazmışsınız. “Belki o da komplonun içindedir, kim bilir. Bundan sonrası tıbbın ilgi sahasına giriyor ama…” diye makalenizi saygısızca, utanmadan, bana saldırarak bitirmişsiniz.

 

Haber kaynağınıza nasıl bu kadar saygısız olabiliyorsunuz, diye soruyorum. Ben gerçek suçluları arıyordum. Bu ilkeye hayatım boyunca saygı duydum ve hayatımın sonuna kadar da böyle olacak. “Makalenizde” çaresiz kalıp bana saldırmışsınız.

 

Mitingden üç ay önceki dönemde basına bakarsanız, 1 Mayıs 1977’nin provokasyona ne kadar açık olduğunu net bir şekilde görebilirdiniz. Tabii ki bu şartlarda, her şeyi virgülüne kadar inceledim ve hazırlıklarımı yaptım. Ülkemin tarihinde çok büyük önemi olan ve geleceğini etkileyecek bir dönemi yaşıyorduk. Mutlaka ülkemin tarihinin bu sayfasını yazmalıydım.

 

Taksim'e üç yoldan yürünecekti. O üç yolu en az on kere adım adım arşınladım. Her stratejik yerde incelemeler yaptım. Eğer burada bir saldırı olursa nereden çekebilirim ve çektiğim görüntüleri nasıl saklayabilirim diye hesaplar yaptım. Bazı bina sahipleri kapılarını bana açtı. Anahtarlarını verdiler.

 

Bakın Tepebaşı Tiyatrosu'nda Cumhuriyet Başsavcısı’yla konuşmamızı nasıl değiştirip yeniden kalıba sokmuşsunuz: “Olaydan üç gün sonra hazırladığı filmi Tepebaşı’nda cumhuriyet savcısı, komiserler ve 1000 kişilik bir kalabalığın olduğu bir salonda gösterdiğini anlatıyor. Gösterimin sonunda soruşturmaya bakan savcının talebi üzerine bir kopyayı teslim etmiş: ‘Katil bu görüntülerde değil savcım’ diyerek. ‘Pek doğru değildi bu ama’ diye anlatıyor o anı. Ama onun çektiği görüntüler üzerinden yürüyen bir komplo teorisi de ilk elden açıklamalarıyla açıklığa kavuşuyor”.

 

O basın toplantısında, ülkenin ünlü gazetecileri, milletvekilleri, polis şefleri ve avukatlar da vardı. Nitekim 1000 tutuklu serbest bırakıldı. Gerçek suçlular zaferlerini kutluyorlardı. "Pek doğru değildi" sözü ise size aittir.

 

Bu basın toplantısında, katillerin tutuklanan bin kişinin arasında olmadığı aydınlığa kavuştu. Olayın gerçek katillerin üslendiği, Otel Intercontinental’in o gün kapatılan katından sıkılan kurşunla başladığı bana göre gerçeğe çok daha yakın görünüyor. Meydana bakan odalardan birinin camı kırılmıştı. Kırık cam hemen değiştiriliverdi. Kurşunun dışarıdan mı içeriden mi sıkıldığına dair hiçbir keşif de yapılamadı.

 

1 Mayıs’tan birkaç hafta önce, aynı katta ben de bir oda rezervasyonu yaptığımı söylemiştim. Saat yediye çeyrek kala, rezervasyonunu yaptığım odama çıkmak istediğimde, otele giriş ve çıkışların yasak olduğunu söylediler. Israrlarıma rağmen içeri sokmadılar. Tabii ki uzun uzun kamerama baktılar. Ayrıca resepsiyona bile sokmadılar. Kapıdan dönmek zorunda kaldım. Cebimde anahtarı olan, Pamuk Eczanesi’nin yanındaki binanın beşinci katına çıktım. Anahtarı sahibi vermişti 1 Mayıs çekimleri için.

 

Meydana girmeleri organizasyonu yapan DİSK tarafından yasaklanan ancak gireriz deyip Aksaray’dan Taksim’e yürüyen ve kitlesi yüz bin civarındaki Maocu gruplar Taksim’e Tarlabaşı’ndan gireceklerdi. İGD’liler meydanın güvenlik güçlerini oluşturuyorlardı. Ve silahlıydılar. Maocu grupları meydana sokmamaya çalışıyorlardı. Yıldıray kafanı koltuğunun altına al ve iyice bir düşün. Fazla akla ve kafalı olmaya gerek de yok ayrıca. Tabii ki silahlı çatışma olasılığı kaçınılmazdı. Kameramla üslendiğim binanın beşinci katından çok iyi görünüyordu. Kameramın uzun menzilli bir objektifi 12x120 ile her şeyi çekebilirdim.

 

Saat yediye beş kala Aksaray’dan gelen Maocu gruplarla alanı koruyan İGD’liler karşı karşıya gelmişlerdi. Orada biraz kargaşalık çıktı. Koşuşmalar oldu. Tam o anda bir silah sesi Taksim alanında yankılandı. Bir ölüm sessizliği çöktü. Beş on saniye geçmeden binlerce silah patlamaya başladı. Bir anda Taksim Meydanı savaş meydanına dönmüştü. Paniğe kapılan bir milyona yakın halk hızla ara sokaklara doğru koşmaya başladı.

 

Kürsüden, Sular İdaresi üzerinden kitlenin üzerine ateş ediliyor diye anons ediliyordu. Sular İdaresi’nin sadece bir bölümünü görebiliyordum. Kamerayla koşarak çıktım dışarı. Atatürk heykelinin dibinden o iki polisi çektim. Birinin elinde makinalı tüfek diğerinin elinde ise büyük bir telsiz vardı. Daha sonra polis, onların görevli polisler olduğunu açıkladı. Ben yeniden binaya geri döndüm. Karım beni bekliyordu. İki dakika geçti geçmedi, içinde bulunduğumuz büronun kapısı polisler tarafından çalınmaya başladı. Uluslararası basın elimde kamera var, dedim ve kapıyı açtım. Komiser ve birkaç silahlı polis girdi içeri. Dışarıda çok ölü var dedi.

 

Bunun ulusal bir facia olduğunu söyledi. Her şeyi çekebildiniz mi diye sordu. Evet komiserim dedim. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Beraber dışarı çıktığımızda sanki savaş meydanındaydık. Meydanın her tarafında öbek öbek ateş yanıyordu. BBC’nin muhabiri yaklaştı: “Çektin mi”, diye sordu. Evet işareti yaptım. “Çantayı ver 20 bin dolarlık bir çek yapayım” dedi. “Bu benim ülkemin tarihi. Önce benim halkımın görmesi lazım. Basın toplantısından sonra gel sana bedava bir kopya vereyim” dedim. “Çok geç olacak” dedi.

 

Ayaklarım kürsünün olduğu yere doğru gidiyordu.

 

-Komiserim bu tarihi sahneyi çekmeme izin verir misiniz?

 

Bakıştık göz göze ve çekiverdim bu sahneyi de. Çıkardı bizi asker kordonundan. Carole ile beraber Gümüşsuyu’ndan aşağı iniyoruz. Daha yirmi adım bile atmamıştık ki büyük bir sürprizle karşılaştık. Kulaklarımıza inanamıyorduk. İki kişi 1 Mayıs marşını söylüyordu. Eğilip duvardan aşağıya baktık, iki asker silahlarını dayamışlar duvara, ellerinde sigaraları 1 Mayıs marşını söylüyorlar. “Bir Mayıs, Bir Mayıs, işçinin emekçinin bayramı...” Hemen sarıldım kameraya. Carole ile göz göze geldik ve sessizce uzaklaştık 1 Mayıs meydanından.

 

Siz ise komplo teorisini açıklamak için, ilk sıkılan kurşunun Taksim Meydanı’nda yankılanmasından 5 veya 6 dakika sonra Sular İdaresi çatısına muhtemelen kontrol için çıkmış olan iki polisin 4 saniyelik görüntüsünde bir şeyler arıyorsunuz. O an polis zaten Taksim Meydanı’nı kontrolü altına almıştı. Binaların içine canını kurtarmak için giren vatandaşları boşaltıyordu. Tabii ki, tutuklamalar da başlamıştı. Aslında benim çektiğim o 4 saniyelik görüntünün sizin tezinize yardımcı olamayacağını söylemiştim ve İntercontinental Oteli’ni anlatmıştım. Es geçmişsiniz.

 

Herhalde sizin değirmene su oradan gelmiyordu! Sizin elinizde hiçbir delil de yok. Suyu bulandırıp balık tutmaya çalışıyorsunuz. Size anlattım, tabii ki bir komplo vardı. Aydınlık gazetesi de bu gerçeği defalarca yayımladı. Benim çektiğim o 4 saniyelik görüntü en az beş veya altı dakika sonra çekilmiş bir görüntü. Söyledim size, ben belge sinemacısıyım ve beni ilgilendiren de gerçeği yakalamaktı. Kürsüden gelen yayını duyar duymaz hayatımı koyup gidip çektim iki polisin görüntülerini. Size defalarca söyledim, 1 Mayıs 77’nin provokasyonlara ne kadar açık olduğunu. “Belki o da komplonun içindedir, kim bilir. Bundan sonrası tıbbın ilgi sahasına giriyor ama…” deyip, beni bu komplonun içine ilave ederek abesle iştigal ediyorsunuz. Bu çok düz bir mantık. Filmi çeken adam benim. Nasıl oluyor da siz hiç ama hiç bilmediğiniz konularda bir “gazeteci” olarak yorum yapabiliyorsunuz terbiyesizce. Bir de bunu benim filmimden alınan dört saniyelik görüntüden çıkarıyorsunuz. Bravo derim size. Bu yalancılıktır ve bir suçtur. Türkiye’de beni tanıyan binlerce insan var. Belki bazıları size cevap vermiştir bile.

 

Samimi olarak söylüyorum, hayatımda bu kadar saygısız bir gazeteciye dünyada ilk defa rastladım. Türkiye’m adına çok üzüldüm. Merhaba, benim adım İshak Işıtan. Yurtdışında daha çok Isaac Isitan diye tanınıyorum ve dünyanın dört bir yanında belge filmleri çekiyorum. O yıllarda Türkiye’de “İshak kamerasıyla tek başına bir orduya bedeldir” cümlesi hala kulaklarımda çınlıyor.

 

Her yaptığım filmin ilk montajını filmin kahramanlarıyla beraber en az iki kere izlerim. Bu benim için hayatımdaki en büyük zevktir ve enerji kaynaklarımdan biridir. İşte bu enerji beni kanatlandırır, bir serüvenden diğerine uçurur.

 

Benim hakkımda daha fazla bilgi edinmek isteyenler internet üstünde Isaac Isitan diye tıklayabilirler.

 

8 Mayıs 2012 / Sendika.org