Gazeteci İrfan Aktan, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL kapsamında yayınlanan KHK ile kapatılan 23 televizyon ve radyonun kapatılmasını köşesine taşıdı.

Aktan, "Anaakım medyanın istisnasız tümü doğrudan iktidarın kontrolü altındayken neden 'kısmî' bir kitleye hakikatleri eriştirebilen televizyon kanalları kapatılıyor? Büyük olasılıkla bunun tek bir nedeni var: Soru." ifadelerini kullandı.

İrfan Aktan’ın Gazete Duvar’da yayınlanan, "Utanıyorum ama gazeteciyim" başlıklı yazısı şöyle:

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın verilerine göre halihazırda 10 bin basın çalışanı işsiz. Mesleki faaliyetleri dolayısıyla iktidarı rahatsız eden hiçbir gazeteciye çalışma alanı bırakılmazken, anaakım medyada “hayat” devam ediyor!

Doğrusu bildikleri ve düşündükleriyle söyledikleri ve yazdıkları arasında gerçeküstü bir açı olan bazı meslektaşlarımızın “daha kolay bir hayat için” katlandıkları “hayat”, işsiz kalan gazetecilere kıyasla insanda daha büyük bir acıma duygusu uyandırıyor. İşsizlik veya yoksulluk, söylemek istemediğini söylemekten, yazmak istemediğini yazmaktan, yapmak istemediğin programı yapmaktan daha büyük bir tutsaklık olmamalı. Aksine, mutlak yoksullukta bile hayata karşı mücadelenle, didinmenle, ilkelerinle, fikriyatınla sen varsın.

Öbür seçenekte ise senin varlığın bile şüphe götürür. Kendini “kurtarmak için” kendinden, mesleğinin gereklerinden vazgeçmek, bir marangozun ahşap yerine plastik kullanmaya başlaması ve bunu da ahşap diye pazarlamaya çalışması kadar hazin. İşte bu hazin vaziyete düşmemek için işsizliği, yoksulluğu, ev sahibinin soğuk yüzünü, bankacının nezaket sosuna bulandırılmış profesyonel tehditkarlığını bir kenara bırakın, cezaevini bile göze alan ama hakkaniyetli gazetecilikten vazgeçmeyi göze de söze de almayan yüzlerce gazeteci, devlet kararıyla geçtiğimiz hafta işsiz kaldı. Ve bu olay merkez medyadaki gazeteciler tarafından haber bile yapılmadı.

GAZETECİLİK FİİLEN YASAK

Aralarında Kürtçe çocuk kanalı Zarok TV’nin de bulunduğu, kendi alanlarında son derece önemli, izleyici ve dinleyicilerinin hakikatleri görme penceresi olan 12 televizyon ve 11 radyo istasyonu kapatıldı. Hem de tek bir Kanun Hükmünde Kararname’yle.

Kanun Hükmünde Kararname ne mi demek? Kanun olmayan kanun! Dolayısıyla gazetecilik kanunen suç sayılmamış olabilir ama kanun gücündeki-hükmündeki kararnameyle onlarca TV-radyo kapatılıp yüzlerce gazetecinin işine son verilebildi. Bu, gazeteciliğin fiilen yasaklanmasıdır. İktidara biat etmeyen, topluma hakikatleri taşımaya çalışan, bu esnada can güvenliği bile olmayan gazetecilerin işsiz kalması ve o kanalların kapılarına mühür vurulması toplumun önemli bir bölümünün “metelik basınla” baş başa kalması da demek.

Rahmetli hocamız Prof. Dr. Erol Mutlu’nun “çok ucuza satılan ve artan sayıda okuyucunun reklâmcılara satılmasıyla kazanç sağlayan gazeteler” diye özetlediği “metelik basın” kavramının yerini şimdilerde “yandaş medya” aldı.

Yandaş medyada hakikatin nasıl bir süzgeçten geçtiğini ise hâlâ bilmediğini iddia eden kim varsa, hakikatin hilafından taraftır. Erol hoca gazetecilik mesleğini de “İletişim Sözlüğü” kitabında şöyle tanımlıyordu: “Halk için olan, halkı ilgilendiren haberleri ve olayları toplama, yazma ve bilgilendirmeyle ilgili bir meslek.” Erol Mutlu’nun tarif ettiği o meslek, fiilen yasaklandığına göre, “nasıl iş bulacağız” sorusu bizim sorumuz ama “nasıl bilgi alacağız” sorusu da “halkın” sorusudur.

GAZETECİLİK VE MİSENFORMASYON

Büyük olasılıkla halk bu soruyu sormadan, siyasi iktidarın emriyle işinden olan gazeteciler yeniden iş bulamayacak ama gerçekler de yıllar sonra ortaya çıkmayı bekleyecek. Zaten uzun süredir işler haldeki misenformasyon toplum tarafından daha kolay kabullenilecek.

Doğan Tılıç’ın “Utanıyorum ama gazeteciyim” isimli, Türk ve Yunanlı gazetecilerin mukayeseli “itirafnamesi” olarak görebileceğimiz kitabının çıktığı 1998 tarihinden kısa süre sonra, 2001 ekonomik krizi patlak verdiğinde yüzlerce gazeteci işsiz kalmıştı. O dönem iletişim fakültesinde beraber gazetecilikten mezun olduğumuz arkadaşlarımızın sanırım yüzde 90’ı (evet bunu rahatlıkla söyleyebilirim) ya hiçbir zaman gazeteciliğe başlayamadı veya kısa süre sonra pes edip evlerine, baba-ana mesleklerine döndü.

O dönemin zorlu koşullarında mesleğe yeni başlayan benim kuşağımdaki gazetecilerin halet-i ruhiyesi unutulmaz. Politik ve ekonomik belirsizlik içinde mesleği icra edebilecek alanlar o kadar dardı ki, yıllarca “stajyerlik” adı altında beş kuruş para almadan anaakım medyada sömürülmeye mecbur kalan, işinden (stajyerlikten!) olmamak için kahır çeke çeke patronun veya siyasi iktidarın dümeninde giden çok sayıda genç de vardı.

Alternatif medya kanallarına, sol-sosyalist basına geçen arkadaşlar da bir yandan iktidarın baskısı diğer yandan bitmek bilmez ekonomik sorunlarla yıllarca boğuştular ve boğuşmaya da devam ediyorlar. Fakat önemli bir şansları vardı ki, kendileriyle, mesleklerinin gerektirdiği ahlaki ilkelerle boğuşmak zorunda kalmadılar, kalmıyorlar. Dolayısıyla Tılıç’ın kitabının ismi o dönemde daha ziyade anaakım medyaya geçen arkadaşlarımızın dilinde dolanıp durdu. Bir süre sonra ise yaptıklarına inanmak zorunda kalarak “kalabalığa” karıştılar veya karışmış gibi yaptılar.

Çünkü yola devam edebilmek için plastiğin ahşap olduğuna önce kendilerini inandırmaları gerekiyordu. Hiçbir patronun direktiflerine, siyasi iktidarın “tavsiyelerine” maruz kalmamak için “bağımsız gazeteci” olarak yola koyulup ömrünü ekonomik belirsizliğe yatıranların sayısı ise bir elin parmağını geçemedi.

Fakat az satan dergi veya gazete çıkarıp anaakımdakilerle kıyaslanamayacak kadar küçük paralarla veya teliflerle yaşam sürdürmek hiçbir zaman çile olmadı. Aksine, sevdiği ve inandığı gazeteciliği yapmak üzere bir araya gelen insanların eldeki üç-beş kuruşu ihtiyaca göre pay etmesi muazzam bir hazdan başka bir duygu vermedi, vermiyor.

HEDEFTE SORU VAR

Ne var ki, 12 TV kanalı ve 11 radyonun kapatılması, yani Erol Mutlu’nun tariflediği şekliyle gazeteciliğin yasaklanmasıyla yeni bir merhaleye geçilmiş durumda. Elbette bu yasağın politik hedefi, başta Kürtler olmak üzere hak-özgürlük talebini dillendirenlerin sesine mühür vurmak ve bu süreçteki hak ihlallerini örtbas etmek. Ancak gazetecilik mesleği açısından ya misenformasyon aracı haline gelme veya mesleği bırakma tehdidiyle karşı karşıyayız.

Karşı karşıya bile değil, tam da o tahdidin içindeyiz. Peki anaakım medyanın istisnasız tümü doğrudan iktidarın kontrolü altındayken, toplum istendiği biçimde yönlendirilebilirken, neden “kısmî” bir kitleye hakikatleri eriştirebilen gazete ve televizyon kanalları kapatılıyor? Büyük olasılıkla bunun tek bir nedeni var: Soru.

Çok az kitleye hitap etseniz de, soru soruyor olmanız her zaman disenformasyon ve misenformasyon araçlarını delebilecek güce sahip. Biz gazetecilerin en büyük gücü sorudur. Evet, sadece soru. Cevabı olsa da olmasa da, soru kadar politika üreten başka bir beyinsel işlev yoktur. Dolayısıyla hedef alınan şey erişilecek cevaptan ziyade sorulacak sorulardır. İktidar, kısa değil, uzun vadede soru sordurmamayı hedefliyor. Fakat tuhaf bir biçimde, hiçbir sorunun sorulmadığı tahakküm ortamının kendisi bir soru işaretine dönüşebilir. Bir süre sonra biz gazeteciler, mesleğimizi yapamadığımız için soru soramasak bile, insanlar “neden” diye soracaklar. Peki o zaman ne yapacaklar?

BİZ GAZETECİLER NE YAPACAĞIZ?

İktidarın hedefindeki gazeteciler, artık mesleğin geleceği üzerine de soru sormaya başlamak durumunda. Memlekette olup bitenlere dair soru sormamız fiilen yasaklanmış, ekonomik olarak imkânsızlaştırılmışken, ne yapacağız? Marangoz dükkânı mı açacak her birimiz, yoksa mesleğimizi sürdürmek için yeni yollar mı arayacağız? Şu an eli kalem ve kamera tutan yüzlerce işsiz gazeteci var. Her birinin aynı zamanda demokrasi ve özgürlük talebi de var. Hadi gelin bunu tartışalım. “Utanıyorum ama gazeteciyim-gazeteciydim” dememek için ne yapacağız, ne yapmalıyız?