Gençay Gürsoy, Gezi Parkı Direnişi'ni değerlendirdiği yazısında, Gezi Parkı’nda tanımlanmış siyaset modelleri, alışılmış “ajitasyon - propaganda” çabalarının hiç işlemediğini belirtere, Gezi Parkı’nı dolduran insanların, yaşadıkları kent konusunda yerel düzeyde karar verme hakları ve genel olarak  demokratikleşme talepleriyle “barış süreci”ndeki Kürt taleplerinin birebir örtüştüğünü düşündüğünü aktardı.

Gürsoy'un Özgür Gündem'de yer alan, 'Yeni bir Türkiye'ye uyanmak' başlıklı yazısı şöyle

Gezi Parkı’nda çadırların yakıldığı o şafak vaktinden birkaç saat sonra oradaydım. Bir kenarı, orada dişlerini gösteren bir iş makinası tarafından ısırılıp kopartılmış, hoyratça kirletilmiş bir yaz sabahı tablosunu seyreder gibiydim. Yerlerde katranlaşmış plastik artıkları, havada hala asılı duran o gaz kokusu. Yıkılmış duvarın biraz ötesinde ellerinde telsiz cihazlarıyla dolaşan sivil giyimli karanlık adamlar. Beni olaydan haberdar eden komşum, orada biraz önce yaşanan vahşetin şokunu henüz üzerinden atamamış, solgun yüzüyle sabaha karşı gördüğü bir kabusu bana anlatmaya çalışıyordu. Artık kanıksadığımız o “ölçülü biçili” polis şiddetinin yeni bir örneğiydi olup bitenler. Bütün çırpınmalara karşın göz göre göre, bölgenin bu tek yeşil alanına lanetli kışlayı ve AVM’yi dikeceklerdi demek. Gezi Parkı’nı bu duygular içinde terkederken, muktedirlerin, bu güne kadar adı bile konmamış bir kuşağın öncülüğünde milyonları ayağa kaldıran ve yakın tarihimize damgasını vuran bir isyanı ateşlediğinin farkında değildim.

Kim bu gençler?

78’liler, “Biz uyurken çocuklar büyümüş” diyerek onları tarif etti (Radikal İki, 16 Haziran 2013). Bir kuşağın bu kadar kısa bir süre içinde kendini toplum nezdinde, bir “antite”olarak var etmesi, alışılmadık türlü özellikleriyle yerleşik siyaset tarzını reddederek yepyeni bir “siyasal güç” haline gelmesi, sadece Türkiye’de değil dünyada da pek örneği bulunmayan bir fenomen. Evet uzunca bir süredir Başbakan R.T.Erdoğan’ın İstanbul gibi dünya mirası bir kentin kimliğini pervasızca zedelemeye girişmesiyle başlayan tepkiler içten içe demleniyor, seçmen çoğunluğuna dayanarak ötekileştirdiği kitlelerin yaşam tarzına müdahale anlamına gelen girişimler sessiz bir öfkeyi besliyordu. Gezi Parkı’nda sabaha karşı yapılan o vahşi polis saldırısı olmasaydı içten içe biriken öfke, bu derece kitlesel ve kararlı bir tepki patlamasına yol açar mıydı? Başbakan R.T.Erdoğan’ın despotik siyasal kişiliği ve yakın çevresinin her durumda lidere mutlak itaatle belirli “biat” kültürü devam ettiği sürece, bardağı taşıran son damla bir biçimde gelecek ve bu enerjiyi açığa çıkaracaktı.

Gezi eylemlerinin sınıfsal analizi, sosyolojik profili ve orada yaşanan insani ilişkiler üzerine çok şeyler yazıldı, söylendi. Herkesin dikkatini çeken zekaları ve gelmiş geçmiş kuşaklardan çok farklı özellikleri vardı. Bunların arasında bana en çarpıcı gelenleri, çok gelişmiş dayanışma duyguları ve dinmeyen neşeleriydi. Üzerlerine gelen her şiddet dalgasını bu iki duygu ve yaratıcı zekalarıyla anında etkisizleştiriyor ve şiddeti hızla gülünç hale getiriyorlar, her hakaret sözcüğünü ters yüz edip sevimli bir kimlik tanımı biçimine sokuyorlardı. Karıncaları andıran büyüleyici bir örgütlenme ağını kısa zaman içinde devreye sokarak, o hengame içinde Gezi Parkı’nı, kitaplığı, marketi, reviri, erzak deposu, oyun mekanı ile zevkli bir yaşama alanı haline dönüştürmeyi başarıyorlardı.

Gezi Parkı’nda tanımlanmış siyaset modelleri, alışılmış “ajitasyon - propaganda” çabaları hiç işlemedi. Forumlar tarzında örgütlenen parkta bu tür girişimler örseleyici olmayan kısa işaretlerle bertaraf ediliyor, mümkün olan en çok sayıda katılımcının fikir beyan etmesine olanak tanıyan kısa, hamasetten uzak, somuta yönelik konuşma üslubu yerleşiyordu. İşin ilginç tarafı az çok örgütsel deneyim sahibi olanlar da genellikle kendi tarzlarının devam ettirmekte ısrarcı olmuyor, deneyimlerini dönüştürerek yeni duruma hızla uyum sağlıyorlardı. Bizzat Başbakan başta olmak üzere, bütün devlet yetkililerinin ve medyanın çabalarına karşın “çevreci”lerle “siyasiler” arasında kayda değer bir gerilim ortamı ürettirilemedi. En uç siyasi görüşler arasında bile bir tür karşılıklı saygı ilişkisi kurulabildi. Parkın şaşkınlık ve biraz da hayranlık kaynağı olan Kürtlerin bitmez tükenmez halay çekmeleri insani teması kolaylaştıran bir etken olarak işlev gördü. Ulusalcı gösteriler hiç itibar görmedi ve bayrak sallayarak dolaşanların sayısı giderek azaldı. Akşamları HDK’nin düzenlediği sohbet toplantılarında en sık sorulan soru, Gezi eylemlerinin barış sürecini ne yönde etkileyeceği üzerineydi.

Barış süreci nasıl etkilenir?

Başbakan R.T.Erdoğan’ın eylemlerin çığ gibi büyümesi ve 70’e yakın kente yayılması üzerine nasıl bir refleks göstereceği merak konusuydu. Her zamanki gibi yangına körükle gitmeyi tercih etti. Kendi tabanını konsolide etmek üzere düzenlediği dizi “milli iradeye saygı” mitinglerinin doping etkisiyle esip savurmaya devam etti. Ama bir kere “façası” çizilmişti, Taksim Dayanışması heyetiyle görüşürken, öfkeden kontrolünü büsbütün kaybetmiş, kızı tarafından salondan çıkarılmış, enkazı toplama işi Hüseyin Çelik’e kalmıştı.

Sonraki gelişmeleri hepimiz biliyoruz. Binlerce kadın, erkek, çoluk çocuk tarafından doldurulmuş Gezi Parkı bizzat Başbakan R.T.Erdoğan’ın komutasındaki polis kuvvetleri tarafından “kahramanca” zaptedildi. Gaz stokları tüketildi. Eli sopalı iktidar milisleri dehşet saçtı. Toplam 5 insan öldü. 12 genç gözünü kaybetti. Binlercesi yaralandı. Vaktiyle Kürt siyasal hareketini ezmek üzere tezgahladıkları KCK tutuklamaları gibi, Gezi tutuklamaları başladı. Ama heyhat, olan olmuş, korku duvarı aşılmıştı bir kere. Olmayan Gezi Örgütü çökertilememişti. Gezi Parkı insansızlaştırılırken şimdi kentin bütün parklarında aynı gençler aynı forumlarda tartışmalarını sürdürüyorlar. Taksim meydanında birileri duruyor, birileri tam techizatlı polis mangasının önünde yere yatıp kitap okuyor. Dünya anında ses veriyordu.

Ben en başından beri Gezi Parkı’nı dolduran insanların, yaşadıkları kent konusunda yerel düzeyde karar verme hakları ve genel olarak  demokratikleşme talepleriyle “barış süreci”ndeki Kürt taleplerinin birebir örtüştüğünü düşünüyorum. Bir ay boyunca Gezi Parkı’nda ve bugün bütün kent parklarında sürdürülen tartışmalar, bu taleplerin toplumsallaşmakta olduğunun resmidir. Herkesin biribirini kılık kıyafeti, inancı ve inançsızlığı, anadili, kültürel hakları ve kimlik talepleriyle karşılıklı “tanıması ve kabul etmesi” konusunda büyük bir yol katedildiğini, en önemlisi sorunları müzakere (forum) yoluyla çözme terbiyesinin yerleştiğini heyecanla izliyorum. Barış süreci ile ilgili iyimserliğimin kaynağı budur.