Gazeteci İrfan Aktan, Adana’nın Aladağ İlçesi’nde Süleymancılar tarikatına ait kız öğrenci yurdunda çıkan yangını değerlendirdi.

11’i çocuk 12 kişinin hayatını kaybettiği faciada yangın merdivenin kapısının kilitli olduğu iddia edilmişti.

"Aladağ’daki çocuklar da “yaramazlık” yapmasınlar diye belli ki çok sıkı bir kapatılmaya maruz bırakılıyordu” ifadelerini kullanan  Aktan, “Geçen hafta “küçüğün rızasını” konuşuyorduk. Bu hafta da küçüğün yanarak ölümünü. Fakat tartışma en yakıcı noktada başladığı için öncesine bakamıyoruz. Oysa çocukların yanarak ölümünden önce yurttaki “olağan” koşullarda bile büyük bir zulüm altında oldukları anlaşılıyor.” dedi.

İrfan Aktan'ın Gazete Duvar'da yayınlanan, "Yangın merdiveninin kilidi" başlıklı yazısı şöyle:

Sadece cemaatlere bağlı okul veya yurtlardaki çocuk ölümleri değil, eğitim sistemine bağlı bütün kurumlarda müfredatından kıyafetine, yemek saatlerinden “disiplinine”, yangınından kazasına ve hatta binanın yapısına, bulunduğu bölgeye kadar her şey ideolojiktir. Süleymancılara ait yurttaki yangın merdiveninin kilidi bu ideolojinin billurlaşmış sembolüdür sadece.
“Abi başınız sağolsun, çocuğunuz yanmış.” Mahallenin muhtarı, “kaderinde ölüm olan” maden işçisi Mehmet Ali Baş’a Aladağ yurdundaki kızı Bahtınur’un ölüm haberini bu sözlerle vermiş.
 
Bahtınur’un annesi Cemile de BBC’den Selin Girit’e şunları anlatmış: “Orada ikisi bir olur yatırırlarmış. Koyun koyuna yatmışlar. Bana anlattı çocuk orada korktuğunu. Ana korkuyorum, oradan oraya yalnız varamıyorum diyordu.”
 
“Çocuklarımızı neden kapatıyoruz?” diye soruyor anarşist yazar Catherine Baker ve yanıtı Zorunlu Eğitime Hayır kitabında şöyle veriyor: “Suçluları neden kapatıyorsak, o yüzden. Çünkü kapalı kaldıkları sürece ‘yaramazlık yapamıyorlar’…”
 
Aladağ’daki çocuklar da “yaramazlık” yapmasınlar diye belli ki çok sıkı bir kapatılmaya maruz bırakılıyordu. “Çocuklukla” bağdaşmayacak kadar katı, kuralcı, diyalog karşıtı, direktif odaklı bir öğütme sürecine tabi tutulan çocukların üstüne tüm kapıları kapatmak, onları ruhsal olarak da yakmakla eşanlamlı aslında.
 
Geçen hafta “küçüğün rızasını” konuşuyorduk. Bu hafta da küçüğün yanarak ölümünü. Fakat tartışma en yakıcı noktada başladığı için öncesine bakamıyoruz. Oysa çocukların yanarak ölümünden önce yurttaki “olağan” koşullarda bile büyük bir zulüm altında oldukları anlaşılıyor. Eğer 11 çocuğu ölüme götüren ihmalleri konuşacaksak, ayrı mesele. Ama bunların yoğun olarak   tartışıldığını düşünerek, “yangından önceyi” irdelemek istiyorum.
 
CEMAAT VE ÇOCUK
 
Aladağ’da 11 çocuk ve bir görevlinin ölümüyle sonuçlanan yurt yangınına dair tartışmayı sadece dini bir cemaat bağlamında ele almak sistemdeki yapısal sorunları görünmez kılıyor. Cemaatlerde çocuklara köle muamelesi yapılırken devlete bağlı Yatılı Bölge Okulları’nda nedir mesela?
 
Bu ülkede sadece cemaatlerin çocukları “kapattığı” kabulüyle yapılan hiçbir tartışmanın çocuklara bir faydası yok. Kimse kendini kandırmasın! Bu cemaatlere bu kadar yol veren devletin ideolojik motivasyonunu teşhir etmedikten sonra dün Fethullahçılar, bugün Süleymancılar, yarın başka bir cemaat aynı yolda ilerler.
 
Tabii şimdiki sıcak tartışma sırasında tali veya ertelenebilir gibi görünen büyük meseleyi de hatırlamak zorundayız: Sokakta, parkta tanımadığı kimseyle konuşmamaya zorladığımız, bu korkuyu türlü sinsilik ve taktiklerle bilinçlerine zerk ettiğimiz çocukları sosyal, siyasal veya ideolojik aidiyetimizin birer neferi haline getirmekten ve bu amaçlar etrafında oluşmuş çıkar gruplarının hizmetine koşturmaktan çekinmiyoruz.
 
Alışveriş merkezlerinin çerçevelenmiş, havasız oyun alanlarından kreşlerin loş odalarına, okulların daracık koridorlarından yurtların şiddet gizleyen duvarlarına kadar hayatın her alanında Süleymancıların yurtlarını aratmayan çocuk kapatma mekânları var ve hiçbirimiz buna yüksek perdeden itiraz etmiyoruz.
 
İSYAN ETMEYEN ÇOCUK
 
Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır kitabında çocukluk tanımının bile altında nasıl bir yetişkin çıkarcılığı yattığını şöyle ifade ediyor: “Çocuklar yetişkinlerin malıdır. Küçük bir servettir. Kullanım hakkı tümüyle yetişkine aittir (Büyük Sahip devleti saymazsak). Her şeye karşın, bu kullanım hakkı o denli kuşkuludur ki büyükler, hemen hemen hiçbir anlam taşımayan çocukluk kavramını yaratmak zorunda kalmışlardır; bununla birlikte, bu kavramın biçimsel olarak doğrulanması, yaşlıların bu varlıklara vermek istedikleri çok özel bir konumu da kapsar çünkü yaşlılar çocukları, kendi zevkleri ya da çıkarları için diğer yaş gruplarından ayrı tutarlar.”
 
Yurtlarda, okullarda isyan etmeyen çocukların koşullara alıştıkları veya razı oldukları sinsi bir yetişkin yalanından ibaret. Çocuk “kategorisini” oluşturan tarihsel, ekonomik ve siyasi “hesapları” belki bilahare tartışırız, ama şu çok açık k,i aile, toplum ve devlet çocuklara kendi malı muamelesi yaparken cemaatlerden farklı bir yöntem uygulamıyor.
 
“Gelişmiş” batılı toplumlarda bu muamele daha örtük bir biçimde yürütülürken, bizimki gibi ülkelerde muamele çok daha sert. “Eti senin, kemiği benim” diyerek çocukları insan öğütme makinesi haline gelmiş kurumlara “teslim eden” ebeveynin devlet nazarında muteber olmadığını kim söyleyebilir?
 
Diğer yandan, alt sınıflara mensup ailelerin çocuklarına cemaatler ve devlet “el koyarken” orta sınıfta ise çocuğa ebeveynin kendisi el koyuyor. Çocuklar, kendilerini sınavdan sınava, kurstan kursa koşturan, belli bir pakete yerleştiren, görüntüsüne ve özel hayatına bile saygı göstermeyip çıplak fotoğraflarını rızası dışında sosyal medyada teşhir eden ebeveynler karşısında çaresiz.
 
Çocuğunu bir “sevgi objesi” olarak teşhir etmek, çocuklarının her anını sosyal medyada paylaşarak ona mahrem bir geçmiş bırakmamak gibi orta sınıfta türeyen yeni histeri, onların çocuklarına alt sınıfa nazaran daha fazla “sahip” çıktıkları yanılsaması yaratıyor. Oysa çocuğu devlet, sermaye ve cemaatler ittifakının oluşturduğu sistemin köleliğine hazırlama konusunda orta sınıfın alt sınıftan tek farkı bunu “gönüllü” ve planlanmış bir stratejik hedef doğrultusunda yapıyor olması.
 
KAPATILAN ÇOCUK
 
“Gözetim altında tutmanın kırk bin çeşidi yok, disipline gelince, bazı cezaevlerinin okullardan çok daha gevşek olduğunu biliyorum” diyor Baker.
 
Aylar önce gazeteci Burcu Karakaş’a konuşan Erciş 75. Yıl Kız Yatılı İlköğretim Bölge Okulu mezunu ‘Canan’a kulak verelim: “Bizi mıntıka temizliğine çıkarıyorlardı. Çöp topluyor, beş katlı okulu biz yıkıyorduk. Çoraplarım, ayakkabım sırılsıklam oluyordu. Tuvalete gitmemiz yasaktı, kapıları kilitliyorlardı. Gece kalkıp tuvalete gidemediğimiz için ya odanın ortasına ya koridora ya da yatağa işiyorduk. Ben de bir gece kalkıp çöpe işemek zorunda kaldım. Sonra da çöpün yanına oturup ağladım.”
 
Pek çok başka anlatımdan ve bizzat kendi deneyimlerimizden biliyoruz ki, bu ülkede çocukların eğitim sistemi içinde maruz kaldıkları şiddet, ideolojik dayatma, boyun eğdirme pratiklerinin Süleymancıların yurdundakinden tek farkı “meşru” olmaları. Ama onların da tek çıkış yolu olan yangın merdiveninin kapısı kilitli ve anahtarı da ya devlet-sermaye-cemaatte veya ebeveynde.
 
Çocukları geleceğin ideolojik savaşlarının birer neferi olarak yetiştirmeye odaklanan devletler, cemaatler ve giderek aileler, onları baştan itibaren kendilerinin verdiği “eğitimin” dışındaki her türlü malumattan mahrum ederler. İşte bunca ölümün, zulmün, adaletsizliğin yaşandığı bir ülkede herkesin sus-pus olmasının nedeni de bu. Çünkü bu ülkede biat, çocukluktan itibaren önce ailede sonra da okulda veya cemaat-devlet yurtlarında, erkeklere ayrıca askerde dayatılır ve nihayet öğretilir.
 
SESSİZLİK KÜLTÜRÜ
 
20. yüzyılın en önemli eğitim felsefecisi Paulo Freire’nin “sessizlik kültürü” dediği bu vaziyet, yine Freire’ye göre basit cehaletin ürünü olabileceği gibi eğitimin de ürünü olabilir.
 
Mevcut eğitim sisteminin başat sonucu, bireyi özgürlük istencinden tamamen uzaklaştırmak. Bireyin biat eden, devletin hudutlarının yüceliğine inanan, o yüceliği sorgulayanı vatan haini gibi algılayan, yoksulluğu kader, kurtuluşu bireysel başarıda gören bir köleler topluluğu.
 
Joel Spring, Özgür Eğitim isimli kitabında, radikal eleştirmenlerin eğitim sistemine ilişkin tespitini tam da bu bağlamda aktarıyor: “Ulusal bir hükümetin denetimi altındaki devlet okulu eğitiminin, uyguladığı eğitim sistemi aracılığı ile kaçınılmaz olarak hükümetin buyruklarına körü körüne boyun eğecek, kişisel çıkarlarına ters düştüğünde ve akıldışı olduğunda bile hükümetin otoritesini destekleyecek ve ‘doğru ya da yanlış olsa da benim ülkem’ türünden milliyetçi bir görüşü benimseyecek vatandaşlar üretmeye yönelik girişimlere yol açtığı, vurgulanan görüşlerden biriydi.”
 
Dini cemaatler tam da burada işlevselleşiyor. O yüzden de bu cemaatler devlet tarafından sübvanse ediliyor, kusurları görmezden geliniyor, skandalları gizleniyor.
 
Gülen cemaatinin devlete sızması “altın nesil” yetiştirme hedefini tüm topluma dayatma gayesinin bir uzantısıydı. O yüzden de devletten “ne istedilerse” aldılar. Çocuklar okul ve yurtlarda ruhları ince ince işlenerek arzulanan kalıba sokuluyor ve sonra da cemaatin-devletin yüksek çıkarları uyarınca hareket eden kişiler haline getiriliyordu.
 
Çocuklara, çalınmış sorularla kademe yükseltmelerinde kendi “ilkeleri” açısından bir sorun yoktu.  Bu tür “küçük” ahlaki düşkünlükler, büyük dava yolunda küçük bir taktik olarak sunuluyordu çocuklara. Fakat bu yöntemle kademe atlamış olan çocuklar cemaate daha da bağımlı hale geliyor ve bütün hayatları “borçlandırmayla” örülmüş bu kişilerin biat etmek dışında bir şansı kalmıyor(du).
 
‘BİZLER DEVLETİN MALIYIZ’
 
Kendisi de devletin bir uzantısı, yeniden üreteni olan orta sınıf, çocuklarını da bu sistemin içine yerleştirip öğüttürmekten rahatsızlık duymaz. Çünkü onlar da aynı sistemin ürünü ve yeniden üretecisidir. Catherine Baker: “Bizler devletin malıyız. Hepimiz. Bu olgu karşısında dehşete kapılmıyoruz çünkü bu tür köleliği kabul edecek biçimde yetiştirildik.”
 
Formel eğitimi reddeden anarşist pedagogların okul karşıtı kuramları üzerine tartışmak için çok gerilerde olduğumuz kesin. Bırakın “okula hayır” demeyi, cemaat okullarına bile itiraz etme konusunda o kadar gerideyiz ki, ancak “yangın merdiveninin kapısı neden kilitliydi” diye sorabiliyoruz.
 
Oysa insanlığı “inşa” ediş ile onu köleleştirme sürecine ilişkin radikal eleştirileri hatırlamadan, mevcut eğitim sisteminin en azından reforme edilmesine dair önerileri bile geliştiremeyiz.
 
Sadece cemaatlere bağlı okul veya yurtlardaki çocuk ölümleri değil, eğitim sistemine bağlı bütün kurumlarda müfredatından kıyafetine, yemek saatlerinden “disiplinine”, yangınından kazasına ve hatta binanın yapısına, bulunduğu bölgeye kadar her şey ideolojiktir. Süleymancılara ait yurttaki yangın merdiveninin kilidi bu ideolojinin billurlaşmış sembolüdür sadece. Kendimizi kandırmayalım: yangın merdiveninin kilidini açmak hepimizin sorumluluğu.