Burak Eldem / Demokrat Haber İstanbul

 

“Toprak uyandı, insanlar uyanmıyor abi,” diyor bindiğim taksinin şoförü, kendini dışta tutarak toplumdaki suskunluğu eleştirmeye çalışırken. “Nereye kadar gidecek bu, sürü gibi kabulleniyorlar her şeyi.” Trafik sıkışık, yol keyifsiz. Sohbet etmeye enerjimin olmadığını hissetsem de, soruyorum: “Sen neler yapıyorsun, ‘uyanmış’ biri olarak?” Kısa bir sessizlik, sonra o çok alışılmış yanıt: “Güzel diyorsun da abi, ben ne yapabilirim ki? Bütün gün ekmek davasındayız bu direksiyonun başında. Yapacağımı ancak sandıkta yapabiliyorum.”

 

İşte bütün mesele de burada zaten. Hepimiz bir biçimde, bir yerlerde o “ekmek davası”ndayız ve yaşadıklarımızın en küçük ayrıntısı bile o davanın dışında değil. “Hayat gailesi,” derlerdi buna eskiler ya da “günlük maişet derdi.” Sanki bir şeyler yapması beklenen insanlar, ses çıkarması gerekenler, sokakları ve meydanları aşındıracak olanlar gökten zembille inmiş, birtakım tuzukuru insanlarmış ve direnmek “ekmek davası”nda olanlar için değilmiş gibi. Birilerini “uyanmamakla” eleştiriyor ve söyleniyorsan, kendi “uyanmışlığını” hayata nasıl yansıttığını sorgulamayı da bileceksin biraz; en azından, deneyeceksin.

 

Bizim üzerinde yaşadığımız toprakların kültürü, biraz da yüzlerce yıla yayılmış pervasız despotizm geleneklerinin getirdiği acıların kolektif bilinçaltındaki ağır yorgunluğuyla, “susma” üzerine inşa edilmiş bir kere. Susarız, çünkü bize böyle öğretilmiştir. “Aman evladım, sen karışma hiçbir şeye, sesini çıkarma” diye büyütülmedik mi çoğumuz? Eğer güçlü otoritenin onayladığı bir şey söz konusu değilse, ona “taraf” olmaktan da çekiniriz; yıllarca “Sen sen ol, rengini belli etme” söylevlerini dinlemişizdir aile büyüklerinden.

 

“Her koyun kendi bacağından asılır” benzeri atasözlerimiz vardır; başkalarına güvenmeyiz. Yalnızca bizi yarı yolda bırakacakları endişesine bağlı değildir bu; onların başlarına gelecekleri paylaşmaktan da çekiniriz, ürkeriz. Evde, okulda, askerde ve nihayet işyerinde, “itaat” ilkesi gözümüze sokulur durur yaşam boyu ve bunu o denli içselleştiririz ki, adeta genlerimize işler.

 

Ama buna karşın, insan zihni, eğer iyice körelmemişse, hayatını kuşatan yanlışlıklara karşı kayıtsız kalmayı beceremez bir türlü; sürekli çalışır durur. Belki de kendi suskunluğunun getirdiği iç rahatsızlık bazen o denli büyür ki, nispeten “güvenli” olduğu düşünülen ortamlarda böyle küçük patlamalar yapar işte: Kahvede arkadaşlarla sohbette, evde televizyon başında kendi kendine söylenirken ya da şu taksi şoförü gibi, arabasına binen yolcuyla laflarken. Susmak ağır baskıdır çünkü; kaldırmak, taşımak kolay değildir.

 

Hiç de kolay olmayan zamanlardan geçiyoruz ve geleneksel ürkekliğimiz, otorite karşısındaki suskunluk ve zayıflığımız, ayaklarımızdaki pranganın daha da sıkılaşmasına yol açıyor belki de. “Susulmasın,” diyoruz içimizden, “ses çıkarılsın, tepki gösterilsin, direnilsin. Ama bunu başkaları yapsın; ben nasıl yapacağım ki, ekmek kavgasındayım. Hem ne gelir ki zaten elimden.”

 

Elbette hepimiz böyle değiliz. Azınlıkta kalmakla birlikte, “yok yoluna gitmekten” korkmayan, kendisinin ve başkalarının hayatına değer veren, sesini yükseltmeyi bilenler de var ve hiç de az sayılmazlar aslında. Zaten çevremizde gördüğümüz, kendini hissettiren bütün direniş de, savunulmaya değer ilkeler için birçok şeyi göze almayı bilen bu kesimden geliyor. Ama orada da, başka bir sorun çıkıyor karşımıza: Birbirinden ayrı, kopuk, dağınık, yan yana gelmeyi çok da beceremeyen ve hatta çoğu kez bundan da uzak duran gruplar halinde sürdürüyoruz direnişimizi.

 

Bazen çok temel noktalarda ayrılıyoruz, bazen de incir çekirdeğini doldurmayacak ayrıntılar üzerindeki tartışmalar sırasında farkında bile olmadan o denli uzak düşüyoruz ki birbirimizden, “biz” ve “siz” diye ayrışabiliyoruz. Farklı bakışlar, farklı yaklaşımlar ve farklı hedef ya da beklentiler ne denli doğal ve içe sindirilmesi gereken bir durum olursa olsun, hiç değilse bazı “temel ortak noktalar” üzerinde buluşmamızı engelleyecek derecede etkili olduğunda, direnişin ufkunu da daraltmaya yetiyor. 1970’lerden bu yana belki de en çok yakınılan, hakkında en çok konuşulan ama kesintisiz biçimde sürüp giden bir zaafımız bu.

 

Evet, gerçekten de ağır bir dönemden geçiyoruz ve hemen her gün, yakın gelecekte bu ağırlığın daha da artacağına ilişkin sinyaller veren haberler yağıyor dört yanımızdan. Kitleler yaşanan olumsuzlukları kanıksayıp duyarsızlaşmayı sürdürürken, biz de bu “uzlaşmasızlığımızı” kanıksar hale geliyoruz. Yan yana gelip, hayatın akışını etkileyecek derecede üzerimize yüklenmeye başlayan “yeni koşullar” karşısında, hiç değilse temel insani değerler üzerine inşa edilecek bir “consensus” oluşturmakta güçlük çekiyoruz.

 

Bazen, bu ayrılıkları uzun uzun ele alıp tartışacak ve üzerinde düşünecek zaman vardır; oturur her biri üzerinde gereken hassasiyetle durarak, kendi alacağımız pozisyonu belirlemeye çalışabiliriz. Ama belli dönemler vardır ki, koşullar çok daha başka öncelikleri dayatmaya başlar iyice. Hayatın kendisini savunmak aciliyet kazanır; farklılıklar unutulmasa ve görmezden gelinmese bile, hiç değilse geçici olarak rafa kaldırılır. Faşizm tehlikesinin yoğun bir biçimde belirdiği ve gündeme gölgesini düşürmeye başladığı dönemler, böylesi kritik evrelerdir işte.

 

Haziran 2011 seçimlerinden bu yana AKP iktidarının izlemeye başladığı stratejiler ve hemen her gün karşı karşıya kaldığımız, hepimizin hayatını ciddi biçimde etkileyen uygulamalar, koşulların böylesi bir doğrultuda değişmeye başladığını gösteriyordu zaten. Muhalif sese tahammülü olmayan, seçimlerde aldığı yüzde elli dolayında oy desteğini, totaliter bir eğilimi güçlendirmesine verilmiş “onay” olarak gören siyasi iktidar, kuşatmayı ve baskıyı kademeli biçimde artırmaya başladı. Karşısında ciddi ve etkili bir muhalif güç görememenin verdiği pervasızlıkla da bugün artık ivmeyi iyice yükseltmiş durumda. Peki, “nereye kadar” götürebilir bunu? Nerede durabilirler?

 

Faşizm, hayat alanını daraltır; hareket olanaklarını olabildiğince kısıtlar, bazen soluk almayı bile güçleştirir. AKP iktidarı, yelkenlerini şişirdiği rüzgârın etkisiyle kendine öyle bir güç vehmetmiş durumda ki, muhalif sese olan tahammülsüzlüğünü saklamaya bile gerek görmeksizin, pervasız bir faşizme doğru yürüyor yavaş yavaş. “Durmak yok,” diyorlar zaten, malum; karşılarında onlara geri adım attıracak derecede etkili bir direniş göremedikleri sürece de, “yola devam” edecekleri gayet açık.

 

Başbakan’ın bugün Uludere katliamını konu ederek yaptığı konuşma, ipuçlarını epey uzun süredir izlediğimiz bir “savaşkan” üslubu, bol miktarda tehdit eşliğinde gözümüze sokuyordu. Bu konuşmanın içerdiği ton, yarından itibaren ve muhtemelen bu yıl boyunca izlenecek sert ve baskıcı politikaların habercisi olmasından ötürü, kritik nitelik taşımakta. Birileri “dur” demedikçe, AKP’nin çizdiği totaliter rotanın değişmek bir yana, daha da keskinleşeceği artık son derece açık.

 

Hayatı etkileyen ortak temel ilkeler, insani değerler üzerinde bir kez daha hep birlikte düşünmenin zamanı çoktan geldi artık. Farklılıklarımızı, görüş ayrılıklarımızı, anlaşmazlıklarımızı yok saymasak bile, bir süre için ikinci plana atmak ve çok daha temel bir şey için, “hayatı savunmak” için, hep birlikte “Faşizme karşı omuz omuza” demek durumundayız. Ya temel hak ve özgürlükler için, insani değerler için, adalet için, yaşama hakkı için, hukuk için, iş güvenliği için yan yana gelmeyi becereceğiz bu sefer, ya da “yana yana” biteceğiz, bu kadar açık. Çok da fazla zamanımız kaldığını sanmıyorum.