'Barış İçin Akademisyen' girişiminden Yrd. Doç. Dr. Esra Mungan, "İyi bilim ancak kolektif emekle ortaya çıkabilmektedir. Keza iyi bir ülke yönetimi de ancak çoğulcu, katılımcı, kolektif bir emekle ortaya çıkabilir. Umarım Türkiye Azerbaycan, Türkmenistan gibi tek adam yönetiminde 3. lig bir ülkeye dönüşmez" dedi.

Esra Mungan DW Türkçe’den Aram Ekin Duran sorularını yanıtladı.

Bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Barış için Akademisyenler girişimi olarak Aachen Barış Ödülü’ne layık görüldünüz. Bu ödülün sizin için anlamı nedir?

Bu ödül bizim için olağanüstü önemli, özellikle de 11 Ocak'tan beri imzacılar olarak uğradığımız dehşet verici hukuki, idari ve ana akım medya temelli şiddet ve saldırıları düşündüğümüzde. Bu korkunçlukları yaşarken böylesi bir ödülü almak bize kesinlikle güç ve moral vermiştir, aynen Mayıs'ta ülkemizdeki İnsan Hakları Derneği’nin Ayşe Zarakolu ödülünü aldığımızda ve keza yine çok değerli Johann Philipp Palm Ödülünü aldığımızı öğrendiğimizde olduğu gibi.

Aachen Barış Ödülü'nü daha önce alan Almanyalı ve uluslararası kişileri ve gruplarını incelediğimizde büsbütün onur duyduk, hele de bu ödülün bir kent yurttaşları ödülü olması, ödülü büsbütün değerli ve özel kılıyor.

"Bu Suça Ortak Olmayacağız" metnine imza veren akademisyenlerden biri olarak tutuklandınız ve 22 Nisan'da tahliye edildiniz. Bu süreçte imzacı akademisyenlerin adeta yüzü oldunuz. Şu anda size ilişkin adli süreç ne aşamada?

Biz tutuklanan ve 22 Nisan’daki ilk duruşmada tahliye edilen dört kişinin ikinci duruşması 27 Eylül’de yapılacak. O gün tam olarak hangi maddeden yargılanacağımız da tümüyle belirsiz çünkü 22 Nisan’daki mahkemede savcı “TMK (Terörle Mücadele Kanunu) 7/2 terör propagandası maddesi yerine TCK (Türk Ceza Kanunu) 301. madde devlete hakaretten yargılanmaları” benzeri bir cümle kurdu, mahkeme heyeti de bunu bu haliyle onayladı.

Avukatlarımızın ısrarın ragmen TMK 7/2’den beraat ettiğimize dair bir cümle sarf edilmedi, herhalde bilinçli olarak. Nitekim 22 Nisan’dan sonra hala –üstelik savcılıklar yerine karakollarda-- TMK 7/2 suçlamasına dayanarak ifade vermeye çağrılan sayısız imzacı akademisyen oldu. TCK’nın 301. maddesi ise aynı maddeden yargılanmış değerli gazeteci ve insan hakları mücadelecisi Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra yapılan bir değişiklikle Adalet Bakanlığı izni gerektiren bir maddedir.

Son olarak Ankara Üniversitesi'ndeki görevlendirmesi iptal edilerek Niğde Üniversitesi’ne gönderilen Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Yasin Durak hakkında fezleke hazırlayan üniversite yönetimi, savcılıktan tutuklama talebinde bulundu. Bugüne kadar imzacı akademisyenler ne tür baskılara uğradı?

Bir üniversite yönetiminin fezleke hazırlaması korkunç bir olaydır, doğrudan 12 Eylül cunta döneminin faşizan ortamını hatırlatıyor. Keza hatırlatmak isterim ki şu güne kadar toplam 41 imzacı akdemisyen meslektaşımız şu an serbest olsalar da bir gözaltı sürecini yaşadı ve en az 6 imzacı akademisyen meslektaşımıza yargı tarafından yurtdışı yasağı konmuştur, bunlardan biri üstelik Almanya vatandaşı ve şu an ülkesine geri dönemiyor bu çıkış yasağı nedeniyle.

Yurtdışı yasağı, henüz ortada ıspatlanmış bir suç yokken, bir kişiyi temel bilim yapma ve yayma hakkında mahrum kılma anlamına gelmektedir ve başlı başına ağır bir cezadır. Bu listeye Ocak 2016’dan bugüne kadar attıkları imza nedeniyle üniversitelerden uzaklaştırılan, atılan, dahil oldukları öğretim üyesi yetiştirme programından uzaklaştırılmaya ve fahiş rakamlarla borçlandırılmaya çalışılan, çalıştığı üniversitede tüm akademik görev, görevlendirme ve terfi hakları hukuksuzca engellenen meslektaşlarımızı da eklememiz gerek.

Yani mesele sadece dördümüzün tutuklanması değil, çok çok daha kapsamlı bir şey. Günün birinde hukuk olmasa da en azından tarih tüm bu hukuksuzlukları yapanları ve bu hukuksuzluklar karşısında sessiz duranları yargılayacaktır. Böyle ortamlara akademi demeye insanın dili varmıyor.

Türkiye'de 15 Temmuz sonrasında bürokrasiden iş dünyasına akademik hayattan güvenlik güçlerinde kadar çok geniş kapsamlı soruşturma ve operasyonlar yürütülüyor. Siz bu operasyonların kapsamını ve yürütülüş biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim hakkımızda yürütülen cadı avı tümüyle; bizlerin şeffafça, ismimizi, adeta bedenimizi ortaya koyarak “Bu suça ortak olmayacağız” haykırışını bastırmak, bizleri sindirmek, olup bitenlere yönelik sessiz kalmaya zorlamak için başlamıştı. 15 Temmuz’da ise ordu içinde bir grubun darbe girişiminden sorumlu olduğu düşünülen bir yapılanmaya olmuştur ve operasyonlar yoğunlukla bu yapılanmaya yönelik olarak yansıtılmaktadır. Bu oluşum, hedefi devleti tümüyle hegemonyası altına almak olan bir dini cemaattir. Anladığım kadarıyla Batı’da zamanında Katolik inancın güçlü olduğu ülkelerde Opus Dei buna benzer bir tarikatçı oluşumdu.

Buna rağmen örneğin akademik hayatta girişilen operasyonlarda yer yer Fethullahçı olduğu düşünülen kişilerin yanı sıra bizim barış akademisyenlerin de tasfiyesine uğraşılmaktadır, bu dikkatimizden kaçmamaktadır. Oysa Fethullahçı oluşum bizim tam da zıddımızdır çünkü kapalı, örtülü, takiyeli, gerektiğinde yargıyı kullanarak şiddet uygulamış, gerektiğinde polis teşkilatı ve ordu içindeki yapılanmasıyla şiddet eylemleri yapmış ürkütücü bir oluşum. Ama tam da bu tuhaf mahiyetinden dolayı şöyle bir sorun çıkıyor, bir gizli kapaklı tarikatçı suç şebekesi hakkında hukuk kuralları ihlal edilmeden ve yanlış insanlar yanlış yere, hukuksuzca hapislere atılmadan, işlerden çıkarılmadan nasıl mücadele edilir?

İnsan haklarına mutlak surette inanan biri olarak bu operasyonların, kim olursa olsun, ister mafya ister başka bir şey, herhalükarda şeffaf bir süreçle, açık ve seri bir yargı süreciyle, herhangi bir karartılma yapılmadan ve ulusal ve uluslararası hukuk ilkeleri temelinde yürütülmesi gerekir.

Son dönemde PKK bombalama eylemlerine hız verdi. Güvenlik güçlerinin yanı sıra sivil kayıplar da her geçen gün artıyor. 15 Temmuz sonrasında bölgede yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ne yazık ki Şubat 2015’te çözüm süreci masasının bir tekmeyle devrilmesiyle ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerine doğru giderken yakılan, saldırıya uğrayan 200’ün üzerinde HDP seçim bürosu, seçim mitinglerinde linç girişimleri ve seçimlerden 2 gün önce Diyarbakır HDP mitinginde patlayan korkunç bombayla, ülkemiz şiddet dolu bir coğrafyaya dönüşmüştü zaten. 20 Temmuz 2015 Suruç katliamıyla ise bu şiddet ortamı bambaşka bir evreye geçti ve hemen akabinde adım adım her tarafta silahların konuştuğu bir ortama doğru gidildi.

Çözüm süreçleri için ısrarla denir ki, bu iş bisiklete binmeye benzer, bir kere binildikten sonra düşmemek için sürekli o pedalı iyi kötü çevirmeye devam etmek gerek. Ne yazık ki 2015 Şubat’ının sonunda devlet/hükümet süreci rafa kaldırmaya ve 40 yıldır denenmiş ve sadece ölüm üzerine ölüm yaratmış “terör örgütünü yok etme” yöntemlerine dönmeye karar verdi.

Yine herkes bilir ki siyasi kanalları tıkarsanız, örneğin yüzde 13 ile seçilmiş ve Türkiye’nin herbir tarafından oy almış bir partiyi ısrarla siyaset yapamaz hale getirir, onu ısrarla muhatap almaz, sürekli kriminalize eder, yüzlerce soruşturmayla, kovuşturmayla işlemez hale getirir, yani söz söyleyeni engellerseniz, ortam silahların konuştuğu bir ortama doğru evrilir ve bunu engellemek de bizler için tümüyle zorlaşır. Bugün ne yazık ki artık silahların konuştuğu bir ortamdayız ve tam da bundan dolayı, bizler gibi söz söylemek isteyenlerin sözü işitilemez olmuştur.

Türkiye'de bir yandan FETÖ operasyonları ve OHAL uygulamaları varken, diğer yandan Suriye'ye askeri müdahale geldi. Sizce Türkiye toplumu bu yaşanan süreçten nasıl etkileniyor?

Kendimi; hayalimdeki barışan, dünyalılaşan, demokratikleşen bir memleket potansiyelinden korkunç derecede uzaklaşılmış, onun yerine nefretin, militarizmin, savaşın ve ölümün kutsandığı eril bir dünya içinde hapsedilmiş hissediyorum ve bu ortam beni nefessiz bırakıyor. Ne yazık ki dünyadaki gidişat da korkutucu derecede bu yönde. Ne acı ki girdiğimiz bu yüzyılda nihayet biz kadınların yüzyılı olması gerekirken, bunun zamanı çoktan gelmişken, yine ve yeniden erkeklik değerlerinin altında ezilmekteyiz, demek ki geçen yüzyıldan hiçbir ders alınmamış.

Ancak her şeye rağmen, hem Türkiye’de hem dünyada barıştan yana kadınlar, barıştan yana akademisyenler ve barıştan, eşitlikten, demokrasiden, adaletten ve özgürlükten yana tüm toplum katmanları olarak pes etmeden mücadele etmeye devam edeceğiz, bu hepimizin en temel etik sorumluluğu.

Türkiye açısından yakın geleceğe ilişkin öngörüleriniz ne yönde?

Ne yazık ki yakın ve hatta orta vadeli geleceği iyi görmüyorum. Ben kolektif emeğe, kolektif yönetime inanan bir insanım. Bırakın benim kendi mahallemde olup bitenlere müdahil olabilme imkanımı, bu ülkede artık parlamento bile neredeyse tümüyle devre dışı bırakılmış durumda. En basitinden, eğer bir ülkeyi ısrarla bir siyasi partiyi dışlayarak ve diğerlerini tümüyle kendinize benzeterek veya benzetmeye çalışarak yönetmeyi kafanıza koyduysanız ki cumhurbaşkanının verdiği tüm işaretler bu yönde, buradan iyi bir şey çıkamaz.

İyi bilim de mesela ancak kolektif emekle ortaya çıkabilmektedir, keza iyi bir ülke yönetimi de ancak çoğulcu, katılımcı, kolektif bir emekle ortaya çıkabilir. Umarım bu ülke Azerbaycan, Türkmenistan’lar gibi tek adam yönetiminde 3. lig bir ülkeye dönüşmez.