Ayhan Işık

Bugün HDP Erzurum'da bir miting yaptı. Ama öncesinde faşist bir kitlenin polisle işbirliği içinde saldırılar gerçekleştirmesi, kaç zamandır düşündüğüm dadaşlık mevzusuna dair birkaç şey yazmama neden oldu. Sıkılmayacaksanız buyrun...

ERZURUM’DA FAŞİZMİN KÖKENLERİ

Bugün Erzurum’da HDP mitingine yapılan ve devlet kurumlarının saldırganları görmezden gelerek onayladığı sivil saldırı, (dün Bingöl’deki ve daha önce diğer birçok yerdeki faşist saldırılar) insanı ister istemez bu saldırıları yapanların zihinsel yapıları ve fikirlerinin kaynağını sorgulamaya itiyor. Selahattin Demirtaş’ın mitingde “Tüm Erzurum bizim kardeşimizdir diyeceksiniz” dese de hakikaten Erzurum kardeş olmasa da kendinden olmayanları (Türk ve Müslüman olmayan tüm toplumsal kategorileri dâhil edebilirsiniz) eşiti olarak görebilecek mi? Kısa vadede bunun gerçekleşmesi çok zor, çünkü Erzurum’un hikâyesi, oradaki (milliyetçilik ve içi boş bir dindarlıkla güçlendirilmiş) faşizm, ayrımcılık ve milliyetçilik yeni değil, kökleri yüz yıl öncesine kadar giden bir devlet projesidir.

Osmanlı’da Erzurum vilayeti nüfusun üçte birine yakını gayrimüslim (Çoğunluğu Ermeni bir kısmı Rum) olan, bir kısmı Türk olan ve özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu Doğubeyazıt, Kığı ve Erzincan’ı da içine alan büyükçe bir vilayetti. 1913 yılında çıkan Rojî Kurd (Kürt Güneşi) adlı derginin 4. Sayısının kapağında Erzurum’dan bir fotoğraf “güzel bir Kürt kenti” ibaresiyle yer alır. Fakat bu sınır vilayeti, jeostratejik konumundan kaynaklı (Rusya ve İran ile sınır olması, Ermenilerin yoğun olarak yaşaması, Kürt aşiretlerin etkin olması) dönemin İttihatçı kadroları tarafından 1913 yılından itibaren planlanan nüfus mühendisliğinin merkezlerinden biri haline getirilir. Ermeni soykırımının akabinde ve özellikle Rus ordusunun kente girmesinden sonra geniş bir Kürt nüfus orta Anadolu başta olmak üzere batıdaki kentlere nüfusun %5 oranı geçmeyecek şekilde zorla göçertilerek yerleştirilir. Şeyh Sait isyanı sonrası da bu zoraki göçler bu sefer Trakya başta olmak üzere benzer bölgelere yapılmaya devam eder.

Erzurum’da Ermenilerden ve Kürtlerden boşalan yerlere ağırlıklı olarak Kafkaslardan zorla topraklarından göçertilen (ki Osmanlı nasıl Ermeni soykırımını gerçekleştirdiyse Rus çarlığı da benzer şekilde Kafkas halklarına yönelik büyük bir soykırım yapmıştır, 1864 göçü bunun sonucudur ve kimi kaynaklarda bir milyon insanın öldüğü ve sadece 500 bininin Osmanlıya ulaşabildiği ifade edilir) ve çoğunluğu sonradan Türkleşmiş bir kısmı da sonradan Müslümanlaşmış nüfus yerleştirilir. Bu nüfus değişikliği ve kenti homojenleştirme uğraşı, Erzurum’un stratejik konumundan kaynaklı ittihatçılarla birlikte bilinçli bir siyaset olarak başlatılan ve cumhuriyet sonrası da devam eden süreklileşmiş bir devlet siyasetidir. Amaç devletin doğusundaki en büyük kentin kontrolünü daha fazla sağlama almaktır.

 

Erzurum’da gayrimüslim nüfus bırakılmayınca, cumhuriyetin Kürtlere yönelik katliam ve asimilasyon politikaları bu kentte (sadece kent merkezi değil geniş anlamda ilçeleri de dâhil ederek) çok daha yoğun bir şekilde uygulamaya sokulur. Erzurum’daki asimilasyon uygulamaları iki farklı gruba iki farklı şekilde uygulanır: ilki Sünni Kürtlere şiddet yöntemiyle ve Türkleştirme üzerinden, Alevi Kürtlere yine şiddet yoluyla Türkleştirme ve Müslümanlaştırma üzerinden; ikincisi de Kafkaslardan gelen topluma ikna ve ekonomik teşvik yöntemiyle Türkleştirme ve Müslümanlaştırma yöntemiyle asimilasyon uygulanır. Erzurum’un bu yeni nüfusu, devletin kendilerine ‘kucak açması’ hasebiyle bir borç olarak kendilerine sunulan bu kimliğe ve yeni aidiyete hızla adapte olarak devletin isteğinin de ötesinde bir sahiplenmeyi gerçekleştirir.

Sosyolojik olarak bunu anlamak olası, çünkü vatansız bırakılan bir toplumun kendilerine sunulan/dayatılan yeni bir kimlik karşılığında gönüllü asimilasyonu kabullenmesi birçok toplumda rastlanılan bir durum. Kürt toplumunda da gerek dinsel, gerekse etnik/Türklük üzerinden ciddi bir nüfus bu gönüllü asimilasyonu zamanla kabul etmiştir. En katı Kemalistlerin ve en muhafazakâr dindarların bir kısmı, yani Kürtlerin farklı dini ve siyasi anlayışlara sahip farklı gruplarından bir kısmı da (Alevi ve Sünni Kürtler) gönüllü asimilasyonu kabul etmiştir. Kafkaslardan göçen nüfusun da çok daha katı bir biçimde Erzurum’da Türklük ve dindarlık üzerinden yeni bir kimlik inşa etmesi bu açıdan karşılaşılan bir örnek. Bu yeni kimlik öyle abartılır ki, tüm Türkiye’nin tek koruyucusu psikolojisine bürünülür. Hatta Türkiye’de bu anlayışı pratikte de uygulayabilecek özellikle iki meslek grubunun, polis ve gardiyanların ağırlıklı olarak Erzurum’un Türklerinden oluşması da bundandır.

Diğer yandan Kürt toplumu bastırılarak pasifleştirilir, dışlanır. Yaşlılar bu ırkçı uygulamaları 1940’lı ve 50’li yıllardan verdikleri örneklerle sürekli anlatırlar. Kent merkezine alışverişe gitmenin bir işkenceye dönüştüğü süreçlerden bahsederler. Fakat yine de dadaşlığı, bu milliyetçi kimliği kabullenmiş bir Erzurumlunun zihninde ilk ‘düşman’ ya da ötekileştirilen ilk grup Kürtler değildir, birçok milliyetçilikte görüldüğü üzere buradaki mikro örnekte de düşmanlaştırılacak gruplar hiyerarşik bir düzendedir. Bu genelde sabittir; hiyerarşik olarak en üstte Ermeni düşmanlığı, ardından Kürt düşmanlığı ve onu takiben Rus korkusu (geç Osmanlı dönemi Kafkaslar’daki Rus çarlığının katliamlarından ve Sovyet komünizmi döneminden kalma, Amerika’nın yeşil kuşak ve anti-komünist siyasetinin Türkiye’deki uzantısının yarattığı bir algı) Erzurum’un Türk toplumunun zihin yapısını belirleyen ve genel itibariyle kendinden olmayan ile birlikte yaşamaya değil onu alt etmeye, yok etmeye odaklanmış bir zihin dünyası yaratmıştır.

Erzurum’da yeni bir kimlikle oluşturulan bu toplum (ki sadece sonradan Erzurum’a gelenlerin değil daha öncesinden Erzurum’da yaşayan Türklerin de benimsediği), çok bilinçli bir siyasetle Türklük ve Müslümanlık üzerinden muhafazakârlaştırılır. ‘Ermeni mezalimi’ ve ‘Uris –Erzurumlular Ruslara Uris derler- tehdidi’ sürekli gündemde tutularak, çeşitli yıllık törenlerle hep hatırlatılarak topluma Türklük üzerinden bahşedilen yeni kimliği sırasıyla benimsemeleri, kabullenmeleri, kollamaları ve her türlü tehlikeye karşı savunmaları öğretilir. Bu siyaset, devlet kurumları, dini kurumlar, dini cemaatler, devlet dışı organizasyonlar, futbol vb araçlarla sürekli ve sürekli diri tutularak adeta Erzurum dışından herkesin, kentin Kürt ilçelerinin ve komşu illerinin dahi, tehdit ve düşman olarak algılanmasına yol açar. Zamanla ‘yekpare’ bir Türk toplumuna dönüştürülen kent merkezi ise tüm bu anlayışların yeniden üretildiği bir memba haline getirilmeye çalışılır. Merkezdeki Kürt nüfusa ve başka kentlerden gelen ve bu anlayışın karşısında yer alan herkese de bu faşizan dışlayıcı siyaset her an bir tehdit olarak dayatılır.

Özellikle 1960’ların ikici yarısından itibaren Komünizme Karşı Mücadele Derneği üzerinden bu çift yönlü-Türkleşme ve İslamlaşma- propagandası iyice artar ve Erzurumlu olmak hem İslam’ın hem de Türklüğün tek savunucusu olmakla eşdeğer bir anlama büründürülür. Bu anlayış kavramsal karşılığını da Dadaşlık üzerinden kurgular. Kelime anlamı basitçe kardeş olan Dadaş, zamanla erkek egemen zihniyet dünyasının tüm tahakkümcü yapısını içerecek şekilde (yiğitlik, delikanlılık, hatta valiliğin internet sitesinde bunlara ek olarak kabadayılık da eklenmiştir) genişler ve kentin muhafazakâr, sağ, milliyetçi-ırkçı kimliğinin sembolü haline gelir.

Bu anlayış hem kentte yaşayan Kürtlere ve Alevilere büyük zulümler yaşatmış hem de kente okumaya giden öğrencilere, çalışmaya giden memurlara yani dışarıdan kente kısa veya uzun süreli gidenlere ve yine kentten mecburen geçmek zorunda kalan ve diğer kentlere gidenlere hayatı yaşanmaz kılmıştır (Erzurum’un bu yeni ve hayali dadaş toplumu genelde Karslıları solcu ve komünist olmakla suçlayarak bir nefret objesi haline getirmiş ve kimi zamanlar otobüslerini durdurarak fiziki saldırılarda bulunmuşlardır. Hatta hem Karslılar’da hem de Erzurumlular’da bu yönlü trajikomik birçok anlatı, fıkra vardır). Erzurum Atatürk Üniversitesi’ni kazanmasına rağmen gitmeyen ya da gidip oradaki hayatın bu tekçiliği ve dışlayıcılığı nedeniyle üniversiteyi bırakmak zorunda kalan, memur olarak gidip ivedilikle tayinini başka yerlere isteyen sayısız insan var.

Devletler toplumları hayali bir cemaat kimliği üzerinden uluslaştırarak makro bir kimlik sunarlar, ama bu makro kimliğin bir benzerini yerellerde, farklılığı olan kimi yerlerde yeni bir mahallî ve hayali kimlik yaratarak daha mikro ölçekte yeniden kurgularlar. Dadaşlık da, Türk devlet ideolojisini simgeleyen tüm öğeleri çok daha radikal biçimde kendinde barındıran devlet destekli yerel bir kimlik kurgusudur. Tabi bu durum sadece Erzurum’a has bir nokta değil, benzer biçimde Elazığ’da Gakkoşluk, Sivas’ta Yiğidoluk, Ege’de Efelik, Konya’da Mevlana’ya rahmet okutacak Mevlana dindarlığı gibi yerel kimliklerin varlığı modern Türk devletinin çok bilinçli olarak teşvik ettiği, yeniden ve yeniden yerine göre milliyetçi, dindar, seküler olarak üretilmesinde katkı sağladığı mikro Türkçü kimliklerdir.

Bugünkü HDP’nin Erzurum mitinginde ellerinde taşlar, sopalar ve ağızlarında nefret söylemleriyle kendinden olmayana yaşam hakkı tanımayan ve dadaşlık üzerinden üretilmiş bu kimlik devlet ideolojisinin, Türkçü siyasetinin bir sonucudur. Hükümetler bu açıdan gelip geçicidir, AKP gibi, ama bu ideoloji rejimle eşdeğerdir ve rejim değişmedikçe bu kimlikler de varlığını maalesef sürdürecektir.