2 Temmuz 1993'te Sivas Katliamı'nda hayatını kaybeden şair Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan katliamın 24. yıldönümünde bir yazı kaleme aldı.

“Ve bugünleri hazırlayanlar… Nefessiz bıraktınız bizi” ifadelerini kullanan Eren Aysan, “Hayatım boyunca şair ve bir bilim adamı olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti” dedi.

Eren Aysan’ın BirGün’de yayınlanan yazısı şöyle:

Dille kolay… Tam yirmi dört koca sene geçmiş o karanlık günün ardından. Her şey dün gibi oysa. Ölümünden hemen önce Sivas’tan telefonla arayan babamla konuşmam, televizyondan olayları takip etmeye çalışmam, Madımak Oteli yakıldıktan hemen sonra bilgi alabilmek için oradan oraya koşturmam; sonrasında da dönemin bakanı Mehmet Gazioğlu’nun açıklamasından ölenlerin arasında babam Behçet Aysan’ın olduğunu öğrenmem… Zaman, hileli bir zar gibi.

Bu süre içinde her yıl yasımla özdeşleşen bir göreve dönüştü yazmak. Ama ilk defa yazının derdime derman olamadığı bir dönemin içinden akıyorum. Çaresizim. Üstelik bunun bir duygu değil, soğukluğunu gün gün ağırlaştıran bir gerçek olduğunu biliyorum. Birileri benden çok önce bu gerçekle karşılaştı, birileri bunun farkında değil, birilerinin “çare” diye başvurduğu şeyse bana çok yavan geliyor.

“Önce ekmekler bozuldu,” demişti Oktay Akbal abimiz. Neler yaşadık, neler gördük; unuttuk tökezleyen, karararan, sararan her şeyi. O yüzden yalnızca kendi acımızdan söz açmak; ne yalan söyleyeyim ayıp geliyor. Biz, kocaman acılar ülkesinin yaralı ceylanlarıyız artık. Tanıdığım herkes kalbinde derin bir sızıyla dolaşıyor. Kıyaslanan, ötekileştirilen, bir tarafça kutsallaştırılan öldürmeleri değil bütün öldürmeleri içimde taşıyarak yazıyorum bu satırları. Başbağlar Katliamı’nda yavrusu öldürülen bir ananın gözyaşından taşıyorum. En iyi biz anlarız birbirimizi. Bir tek bunu biliyorum.

Farazi bir dünya kurmayı başarsaydım, babamla Kafka’yı buluştururdum mutlaka. Biri şair. Diğeriyse “Dava” romanının yaratıcısı. Bilmediği bir suçtan yargılanan Joseph K. üzerinden, gerici saldırı sonrasında yakılmış bir şair ne konuşurdu acaba? Hem de bugüne bakarak. Belki de her şeyden vazgeçip bilimkurguya sığınırlardı. Zaten elimizde avucumuzda ne kaldı ki? İşte bizler o bitmeyen davaların hayat sanığı olduk. Mahkeme kapılarına aşinalığımız ise başkadır. Yaşadığımız adaletsizliği anlatmaya yirmi dokuz harf yetmez.

Hayatım boyunca şair ve bir bilim adamı olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti.

Linç kültürünün Doğu toplumlarında nereye kadar uzanabileceğini hiçbir zaman görmezden gelemedim. Hindistan’da elli adamın saldırdığı, tecavüz ettiği, sonra ölüsünü bir ağaca astığı on üçünde, on dördünde genç kızları hatırlar mısınız? O kızlara “namussuz” diye saldıranların sizce duygusu nedir? Kendi ülkesinde, şairini, yazarını, ozanını, semah dönen genç kızlarını, delikanlılarını yakan zihniyetin duygusu nedir? Anlayamadım. Tıpkı bir insanın nasıl tetikçi olduğunu anlayamayacağım gibi. Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı… say say bitmiyor. Bir insan bir insanı nasıl öldürür?

Anlayamayacağım gibi… İlhan Erdost, Metin Göktepe, Necip Hablemitoğlu, Tahir Elçi… Öldürmeler tükenmiyor. Belki daha anlayamadığım pek çok şey var. Acemisi olarak öleceğim bu hayatın.

Kötü ölüm babamın kapısını çaldığında henüz kırk dört yaşındaydı. O zamanlar kocaman bir gözlük, uçak büyüklüğünde bir gazete ya da Therodorakis’in içli şarkıları gibi dev görünürdü bana. Ne kadar gençmiş oysa. Ölüm sözcüğüne yakıştıramazdım hiç yüzünü.

Babamın öldürüldüğü günün ertesinde anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Her gün kendini battaniyelerin altında sakladı. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Anladık ki, her konulan teşhis, “verilecek hesabı kalmamışlara” değilmiş. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk.

-Kendini niye bu hale getirdin anne?

İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum.

-Babamı çok mu sevdin anne?

-Sen olsaydın sen de severdin, dedi olanca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar.

Annemi bir kefen içinde gördüğümde de yaz başıydı, babama yakın bir mezar bulduk ona. Şimdi sanki bir pencereden babama bakıyormuş da en azından onu gördüğü için iyiymiş gibi geliyor bana.

Benim için yaşam artık, annemin ağzından çıkan son sözcüklerde saklı. Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sivas bir aile hikâyesinde gizli… Sanki çok uzak bir geçmişte kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikâyesinde.

Biri kırk üç, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bunlar. Bir romanda okunsa “Türk Filmi” gibi sulusepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekala. Bu yüzden yeni ölüm görmek istemiyorum artık. Ve yürüyen cenaze de…

Yıllar önce açlık grevi sonrasında Korsakoff hastalarıyla ailelerinin buluştuğu bir yemeğe tanıklık etmiştim. Canım Eşber abimin canım kardeşi Sumru Yağmurdereli onları eğlendirmek için türküler söyleyerek oradan oraya koşuşturuyordu. Her birinin gözünden taşan çocukluğu, kas erimesi sonrası ayakta duramayışlarını ve bir çatal bile tutamayışlarını unutmam çok zor. Günlerce gece uykumdan sıçrayarak uyandım. Kan ter içinde soluklanmaya çalıştım. Olmadı, toparlanamadım.

Bugünlerde KHK ile işinden ihraç edilen iki akademisyen Nuriye ve Semih açlık grevinde. “Onlar ölüyor, biz seyrediyoruz” diyordu Mine Söğüt geçtiğimiz günlerdeki yazısında. Evet, onlar ölüyor ve sosyal medyada “yaşasın” hashtagları dolaşıyor. Oysa onları bu inattan vazgeçirmek, ölüme yatmaktan çıkarmak boynumuzun borcu. Çünkü bu ülkede en büyük direniş yaşamak! Kolay olan ise ölmek… Her gün azar azar öldürülüyoruz zaten.

Ve bugünleri hazırlayanlar… Nefessiz bıraktınız bizi. Size ne kadar teşekkür etsem az. Daha fazlası için elinizden geleni ardınıza koymayın! Daha çok yakın, öldürün, boğazlayın! Faili belli cinayetlerde öldürülenlerin gözleri bırakmasın peşinizi! Katledin doğayı! Ağaçların iniltisi, kuşların çığlığı rüyalarınıza girsin! Belki o zaman çocuklarınıza nasıl bir dünya bıraktığınızı anlar da uykularınız kaçar sonunda!

Bizim gibi nefessiz kalmanın acısıyla dolanıp durursunuz öylece.