Bestelenen şiirleri şarkılardan dinlenen toplumcu şair ve yazar İbrahim Karaca, yazın dünyasına bu kez yarı edebi, yarı antropolojik nitelikteki “Bir Avuç” serisini ekledi.

Karaca geçtiğimiz yaz sonunda raflarda yerini alan Bir Avuç Hemşin ve Bir Avuç Haçapit kitaplarından oluşan seriyi imza günü etkinliğinde okuyucularıyla paylaştı.

Dil, tarih, kültür ekseninde şekillenen bu iki eserde Doğu Karadeniz halk edebiyatına ait türküler, maniler, anlatılar gibi folklorik öğelerin yanı sıra, belge niteliğindeki fotoğraflar ve yazarın bilimsel çerçevede yürüttüğü Hemşin araştırmaları da yer alıyor.

Şair çalışmasını “Hemşin bir gölse, ben o göle bir taş attım, oluşan halkaları yazdım” sözleriyle tarif ediyor.

İbrahim Karaca İstanbul Kadıköy’deki Hemşinliler Eğitim ve Kültür Derneği’nde gerçekleşen etkinliğin ardından HaberVesaire’den Burak Orhan’ın sorularını yanıtladı.

Yeni çalışmanız bilimsel karakteri dolayısıyla önceki edebi eserlerinizden ayrılıyor mu?

Böylesi bir çalışma bilimsel olmak zorunda zaten, alan ne olursa olsun. Kanarya Sevenler Derneği üzerine bile bir çalışma yapıyorsanız bilimsel bir temelde yürümeli. Yani bir alan, bir konu seçmişsiniz; bunun dayandığı bir temel olmalı. Hurafelere, paranoyalara, birtakım hassasiyetlere dayanmamalı. Bir çalışma yaparken öyle bir kaygı taşınıyorsa, o çalışmayı hiç yapmamak gerekir.

Siz de bilimsel yöntemin titizliğiyle çalıştınız diyebilir miyiz?

Ben Hemşin çalışması yaparken bilimsel objektiflikten ayrılmamayı seçtim. Hemşin araştırıyorum; köyün adı Haçapit, yani Ermenice “tahta haç” demek. Şimdi “Vay efendim Ermenice nasıl olur? Tahta haç olur mu? Ne demek istiyorsun? Ermeni mi demek istiyorsun? Ben özbeöz Türk’üm” denirse bunlar hastalıklı düşüncelerdir. Ben gördüğümü yazdım. Adı buysa, anlamı buysa, bu. Araştırıcı kişi o kaygılarla, o saplantılarla bir çalışma yapıyorsa, yaptığı çalışmanın bilimsel değil, ancak bir propaganda amacı vardır.

Öyle kaygılarla ortaya konmuş kitaplar da var mı?

Kitap yazılmış mesela Rize şiveleri üzerine. Fakat yazdığı şey o konuda daha sonra çalışacak olanların kaynak alabileceği bir çalışma değil, propaganda gayesi güdüyor. Bilimsel çalışma yapan bir araştırıcı, kimleri kızdırırım veya sevindiririm, nerelerin hoşuna gider veya gitmez, bunları düşünmez. Bu, bilimin konusu değil. Bilimsel yöntem, kendi yolunda ilerler, topladığı verilerle belli saptamalarda bulunur, bunları masaya koyar. Koyarken de okuyucuyu bir yöne sürüklemeye çalışmaz. “Bu çalışmam ileride sapkın bir hareket tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılır mı” diye düşünmez. Sürmeneli bıçak ustası örneğin, ekmek bıçağı üretiyor. O ekmek bıçağı ile ya biri cinayet işlerse kaygısıyla o bıçağı üretmemesi mi lazım?

Pazar ilçesi Başköy köyünün eski ismi Petrenikola. Yavuz dönemi nüfus defterlerinde kayıtlar Yanni oğlu Hamid, Todoros oğlu Mehmed. Müslüman olmayan bir topluluk, bir nesilden itibaren Müslüman isimleri almış.

Hemşin coğrafyasında Ermeni kültürü etkisi yoğun mu?

Ben Hemşin araştırırken Ermenice deyimlere rastlıyorum. Sonuçta burada böyle bir kavim yaşamış. Bu kavim dönüşüme de uğramış. Kimi Müslüman olmuş. Daha önce Agop imiş, sonra olmuş Abdullah. Örneğin Pazar ilçesi Başköy köyü ile ilgili bir kitap var. Köyün eski ismi Petrenikola. Yavuz dönemi nüfus defterlerinde kayıtlar Yanni oğlu Hamid, Todoros oğlu Mehmed. Müslüman olmayan bir topluluk, bir nesilden itibaren Müslüman isimler almışlar. Burada illa ki bir kılıç zorundan söz etmiyorum. Büyük katliamlar sonucu bir din değiştirme yaşanmamış Doğu Karadeniz’de. İskân ve yer değiştirme de söz konusu değil. Birtakım ekonomik avantajlar var.

Farz edelim dedem papaz olsun. Bu tespit edildiği zaman, “hadi bakalım hep birlikte tekrar Hıristiyan oluyoruz” mu demek oluyor?

Benim dedem cami hocasıydı. Farz edelim ki 10 kuşak önceki dedem kilisede papaz olsun. Bu tespit edildiği zaman, “hadi bakalım hep birlikte tekrar Hıristiyan oluyoruz, kiliseye gidiyoruz bundan sonra” mı demek oluyor? Hayat akmış, değişmiş. Suya atmışsın, yumurta pişmiş. Bu yumurtanın geçmişinde kırdığın zaman dağılan özellikte bir yumurta vardı demek, kimi niye korkutuyor? Haşlanmış yumurtadan artık omlet yapamazsın yeniden. “Bu yumurtadan omlet yapacaklar o nedenle böyle dediler” düşüncesini neden taşırlar anlamak mümkün değil. Bizden artık olsa olsa piyaz olur, salata olur. Yani daha ileri bir aşama olur; ki olsun biz zaten ilericiyiz, onu istiyoruz.

Benimsenmeyen yer adlarının resmi yer adı olarak tercih edilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Haçapit örneğinde, kimse ben Subaşı köyündenim demiyor. Hala Haçapitliyim deniyor.Haçapit adına Osmanlı kayıtlarında 1681 yılında vergi defterinde rastlanıyor.

İsim değiştirme hadisesi 1914-1915 dönemi Enver Paşa’nın talimatnamesine dayanır. Haçapit için Subaşı adından önce Ağaçlı adı düşünülmüş. O sırada Sarıkamış dolayısıyla daha askeri meselelere ağırlık verilince isim değiştirme faaliyeti duraksamış. Yeniden gündeme gelince Subaşı adında karar kılınmış. Tabii köylü için bu ne ifade ediyor? Köylü dededen neyi görürse o. Devlet isim verirken birtakım kaygılarla vermiş ama halkın eski ismi kullanırken bir kaygısı yok. İsimlerin Türkçeleştirilmesi ulus devlet inşa süreci ile ilgili. Köylü halkın o sırada böyle bir gündemi yok. Haçapit’in anlamını bilse de bilmese de ne diyorsa öyle demeye devam etmiş.

Devletin, yerleşimim isimlerini Türkçeleştirilmesi ulus devlet inşa süreci ile ilgili. Ama halkın böyle bir gündemi yok. Haçapit’in anlamını bilse de bilmese de ne diyorsa, dededen ne gördüyse öyle demeye devam etmiş.

Örneğin Atina ise Pazar olmuş. Bu isim yerleşmiş. Kimse hâlâ ben Atinalıyım demiyor. Bunun nedeni ne olabilir?

Burada bir inat, ısrar mekanizması da yok aslında. Tıpkı devletçe makbul bir isim olan Rize’yi de halkın anlamını bilmeden kullanmaya devam etmesi gibi. Çünkü hayatına o adla girmiş o yer. Kişinin doğduğundan beri duyduğu isim o. Pazar’a da benim dedem Atina derdi. Çünkü öyle duymuş, onun hayatında Atina olarak vardı orası. Ama bizim hayatımızda Pazar var. Pazar adıyla okul var. O okula giden kişiler var. Ama köy ortamında böyle bir durum yok.

Türkiye’nin köylerinde doğal yaşamın bitirilmeye çalışıldığı bu dönemde, Pazar’daki havaalanı inşaatı ve bu inşaatta iş cinayetine kurban giden Mehmet Topal üzerine düşünceleriniz neler?

Coğrafya bize ait değil, biz ona aitiz. Bu gerçeği idrak edemeyenlerin bu coğrafyadaki ilk iş cinayeti kurbanı Mehmet Topal değil, maalesef. Köylerin boşaltılması, aslında birkaç aşamadan oluşan bir planın değişik bir safhası. Bir kere, taş ocağı bir sonuç mesela. Hidroelektrik santraller (HES) de birer sonuçtu.

HES’lere gelene kadar, onun daha öncesindeki aşamalarda başka olumsuz çalışmalar oldu kırsal alanlarda. Nedir bu? Bir yeri gasp etmek için o yeri, o yerde yaşayan insanların yaşam alanı olmaktan çıkarmak lazım. Belli bir süreliğine hiç olmazsa. Bir yerde suya el koyacaksa örneğin, kalabalık bir köyde o suya el koyması mümkün değil. Köyler kalabalık olsa, yaşayanlar hayvancılık yapsa, tarım yapsa…

Örneğin, o yıkılan yerlerde insanlar eskiden hayvanlarını otlatıyordu. O eski, kalabalık, aktif köy hayatı devam etmiş olsaydı; köyde o taş ocağını açamazlardı. Kimse arazisinden geçit bile vermezdi onlara.

Öyleyse, el koymak niyetinde olanların ne yapmaları gerekti?

O zaman ne yapmaları gerekti? 30 sene kadar önce Haçapit’te de Türkiye’nin her yerindeki başka köylerde de okulları merkezlere, ilçelere taşıdılar. Köy okullarının kapanması, taşınması, köydeki hayatı bitirmek için planlandı.

Çayı toplayan annem değil. Tarlaları Gürcistan’dan gelen mevsimlik işçiler hasat ediyor. Çünkü toplayacak kimse yok. Köyler insansızlaştırıldı

Çocukları okulda okuyor diye aileler kışın merkezlerde toplandı. Ailelerin köyden çıkıp merkezlerde toplanmaları, tarımdan uzaklaşmaları demektir. Köylüler önce hayvancılıktan uzaklaştılar, çünkü kışın kim bakacak köydeki ineklere?

Köylü eğer on tane ineği varsa bire düşürdü. Köyde kışın bir nöbetçi bıraktılarsa tüm köyün ineklerine o baktı. Bakıcı öldükten sonra o kalan tek ineği de sattılar. Bunun üzerine kışın köyde kapılar kilitlendi, ilçeye taşınıldı. Baktığın zaman bilmem kaç hanede üç dört tane evin dumanı tüter kışın. Hayvancılık bittiği zaman, arkasından tarım da öldü. Köylü mısır ekiyordu, ekmiyor. Çayı toplayan annem değil. Çay tarlalarını Gürcistan’dan gelen mevsimlik işçiler hasat ediyor. Çünkü köyde toplayacak kimse yok. Köyler insansızlaştırıldı.

Peki, gençler neden köye dönmüyorlar da kentlere rağbet gösteriyorlar?

Özellikle gençler büyük şehirlere göçtü, oralarda üç kuruş paraya çalışıyorlar. Aldıkları maaşın yarısını kiraya veriyorlar, kalanını kredi kartına, faturaya. Ay sonunu borçla getiriyorlar. Böyle bir hayat sürüyorlar. Geriye dönmek isteseler bile dönemiyorlar. Çünkü hem mali durumlarını düze çıkarmak için çalışmaya devam etmek istiyorlar; hem de tutunamayıp dönmüş olmak istemiyorlar.

Gençlerin köyden koparılmaları, bu hem kültürel hem iktisadi yıkım sürecini hızlandırdı mı?

İlçeye okumaya giden çocuklar, dedeleriyle nineleriyle çobanlığa gitmediler. Salatalıklarını, kirazlarını, mısırlarını marketten aldılar. Köydeki tarlaları gidilip gelinmediği, ekilip biçilmediği için diken kapladı. Böylelikle köylerdeki hayat bitmiş oldu. Elbette kültür, folklor, bu hayat üzerinde yükselen şeyler. Tuğla evlere girildi, tahta evler yok. Ateş yakıldığı zaman, “moci” derler, beyaz kül olur. Moci’nin kendisi olmazsa adı da olmaz.

Hrant Dink’e sormuştum 90’lı yıllarda. “Bizim köyde ‘agosa gel’ derler tarlada; bu ‘Agos’ o agos mu?” diye. “Aynen o agos! Sen Hemşinli misin?” demişti.

Ahırla ilgili kavramlar kullanılmaya kullanılmaya unutuluyor. Tarımla ilgili kavramlar mesela, tarla sürülmediği zaman o kavramlar da yok. “Agos” mesela tarla sürülürken karasabanın açtığı yoldur. Hrant Dink’e sormuştum 90’lı yıllarda. “Bizim köyde ‘agosa gel’ derler tarlada; bu ‘Agos’ o agos mu?” diye. “Aynen o agos! Sen Hemşinli misin?” demişti. Ben de şaşırmıştım bildiği için. Çünkü Hemşin araştırmalarım o dönem henüz bu kadar boyutlanmamıştı.

Hemşin yöresindeki halkın kullandığı dilde, bunlar gibi Ermenice kökenli deyimler ve sözcükler çok mu?

Köylünün konuştuğu Türkçeye yerleşmiş Türkçe olmayan kelimeler var. Kitap için hazırladığım kelimeler sözlüğünde altı yüze yakın böyle kelime var. Çocuklarım bunlardan altı tanesini bilirse büyük başarı olurdu. Bunlar unutuluyor dolayısıyla. Yaşamı olmayan bir köyün kültürü de olmaz. Örneğin; dere konulu türkü yakılmış, mâni söylenmiş. Deresi elinden alınan köylü, olmayan dere ile ilgili türkü de üretemez.

Örneğin Haçapit’te Punipos denilen bir göl vardı. Hepimiz o gölde öğrendik yüzmeyi. O göl bir sosyalleşme alanıydı. Komşu köylerdekiler o gölde bir araya gelip tanışırdı. Anlaşmazlığı olan kavgasını da o gölün civarında ederdi. Anlaşamadığı kişinin giysilerini o göldeyken atarlardı suya. Her şeyiyle biz orada “biz” olurduk. Şimdi o göl yok, bunların hiçbiri de yok. Sonuçta köyleri boşalttılar ve köyler talan alanı oldu. Bu vaziyetteki köyün deresine de el koyarlar, havaalanına taş lazımsa taş ocağı açıp taşına da el koyarlar.

Direnen köylülere korku salmak için beni aldılar, içeri attılar.

Köy halkı bu konuda ne düşünüyor? Ne tepki veriyor? Yahut tepki veriyor mu?

Eski köy yaşantısıyla bağı olanlar direndi. Doğayı, yaşamı savunmazsan, kültürünü savunmanın da anlamı yok. Direnen köylülere korku salmak için beni aldılar, içeri attılar. Köylü ses çıkarmaz oldu zamanla. Hırsız kendisinden bekleneni yapıyor. Geliyor köyünü talan ediyor, gasp ediyor. Fakat devlet de uluslararası ölçekteki birtakım şirketlerin adeta taşeronu gibi, önüne konulan reçeteye göre davranıyor.

Senin suyuna, toprağına el koyan şirketleri neoliberal politikalar gereği kolluyor. Şirket kendi sertifikalı tohumunu dayatıyor, devlet buna uygun olarak yerli tohum satışını yasaklıyor. Yaban domuzları tarlalara girdiği zaman yerli tohumdan üretilen mısırı yiyip bitiriyor, sertifikalı tohumun mahsulüne dokunmuyor. Sertifikalı tohum denilen şey de kısır bir tohum türü. Yani o tohum ekiliyor, ürün alınıyor.

Elde edilen ürünün tohumu ekilirse tekrar ürün vermiyor. Seneye yeni tohum alınması lazım. Şirket işgal ordusu gibi bunu dayatıyor. “Yerli ve milli” devlet ise o şirketin çıkarlarına uygun davranmayanlara ceza kesiyor.

Kaynak: Haber Vesaire