Gazeteci İrfan Aktan, son dönemde gündemde olan idam cezası tartışmalarını, AB’nin eleştirilerini ve CHP’nin tutumunu köşesine taşıdı.

Türkiye’nin yeni bir karanlık çağa girdiğini savunan Aktan, “2016 yılının bir an önce bitmesini isteyenler biraz erkenci davranıyor olabilir. Zira 2017’den itibaren 2016 yılı bile hepimizin zihninde “hoş bir yıl” olarak kalabilir. CHP yönetiminin de gidişata karşı teslim bayrağını çektiğini ilan edişine bakılırsa 2017’yle birlikte Türkiye yeni bir eski çağın kapısından içeri girecek gibi.” İfadelerini kullandı.

Aktan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB üyeliği için referandum açıklamasının, “AB Türkiye’nin AB üyelik sürecinden çıkarılmasının son derece basit bir formülü olarak okunabilir.” şeklinde okunabileceğini savundu.

İrfan Aktan’ın Gazete Duvar’da yayınlanan, “Millet ve cellat” başlıklı yazısı şöyle:

Bu topraklarda herkes şunu biliyor ki, idam cezası, dönemin 'ruhuna' göre uygulanan bir ceza. Bugünün idamlığı yarının kahramanı, dünün kahramanı bugünün idamlığı olabiliyor.

Hepimiz açısından son derece buhranlı olan 2016 yılının bir an önce bitmesini isteyenler biraz erkenci davranıyor olabilir. Zira 2017’den itibaren 2016 yılı bile hepimizin zihninde “hoş bir yıl” olarak kalabilir. Bu karamsarlık maalesef bir hayli dayanağa sahip. Geri dönüşü ve telafisi olmayan idam cezasının bu kadar yüksek perdeden dillendirilişi bile Türkiye’de siyasi iktidarın geri dönüşü olmayan bir yolda ilerleyişini çok iyi sembolize ediyor. Nitekim uygulamaların çoğu da idamın infazı gibi muhatabı dehşete sokan, uygulayıcının tarafgirlerini de tahrik edip coşturan mağduriyetler yaratıyor.
 
Elbette idamdan farklı olarak mevcut siyasetten geri dönüş mümkündür, ama iktidarın genel söylem ve uygulamalarına, CHP yönetiminin de gidişata karşı teslim bayrağını çektiğini ilan edişine bakılırsa 2017’yle birlikte Türkiye yeni bir eski çağın kapısından içeri girecek gibi.
 

AB SÜRECİNDEN ÇIKIŞ YOLU OLARAK İDAM
 
Önceleri politik bir şantaj olarak algılanan idam cezasının geri getirilmesine yönelik “millet” referanslı çıkışlar artık olgunlaştırılmış bir fikir olarak karşımızda duruyor. Önce işin dışsal faktörlerine bakalım: Muktedirler, artık Avrupa Birliği’nin demokrasi ilkeleriyle ülkeyi yönetemeyeceklerini düşünüyorlar. Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere, Türkiye’nin imzacı olduğu uluslararası sözleşmeler iktidarın ayağında pranga gibi duruyor. Fakat yarım asırdır topluma vaat edilmiş AB üyeliği namzetliğinden vazgeçmenin politik, toplumsal, ekonomik bedelleri de var.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu bedelin oranını ölçmek ve toplumu da bu vazgeçiş sürecindeki sorumluluğa dahil etmek için AB “meselesini” “millete” götürebileceklerini, dolayısıyla üyelik talebinden vazgeçip geçmemeleri konusunda bir referandum yapılabileceğini açıkladı.
 
Dolayısıyla idam cezası Türkiye’nin AB üyelik sürecinden çıkarılmasının son derece basit bir formülü olarak okunabilir. Bunun için referanduma da gerek yok.
 
İdam sadece bir kişinin devlet tarafından öldürülmesine indirgenemez. İdam cezası hukuki ve siyasi bir süreç olduğu kadar toplumu da dönüştüren, toplumsal refleksleri etkileyen, zihin ve duygu dünyasını önemli ölçüde belirleyen, eşi-benzeri olmayan tek cezalandırma pratiği. Telafisi olmayan bir uygulamaya toplumu dahil veya razı ederseniz, o uygulamanın kendisi yeni bir toplum yaratmaya da yarar. Bu açıdan idam cezasının, iktidarın tahayyül ettiği “kininin davacısı” toplumun inşası için işlevsel olduğu söylenebilir.
 
SACCO VE VANZETTİ’NİN İDAMI

 
İdam cezası karşıtlarının sıklıkla örnek verdiği bir dava var. Hatırlayalım: 14 Haziran 1921’de ABD’nin Massachusetts eyaletindeki mahkeme jürisi tarihe geçecek bir karara vardı. 15 Nisan 1920’de, bir fabrikada muhasebeci olarak çalışan Frederick Parmenter’in ölümüyle biten soygunun suçluları olarak yargılanan iki İtalyan göçmen, ortada neredeyse hiçbir delil olmadığı halde suçlu bulunarak idam cezasına çarptırıldı. Tarihe “Sacco ve Vanzetti Olayı” olarak geçen karar üzerine, yedi yıl sonra Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti elektrikli sandalyeye bağlanarak idam edildi.
 
Gençlerin İtalyan olması öylesine bir ayrıntı değildi. Zira söz konusu tarihte ABD’de İtalyan karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, komünist avı, (Sacco ve Vanzetti aynı zamanda işçi hakları savunucusu iki anarşistti) tutuculuk ve hınç yükselişteydi.
 
İdamın 50. yıldönümü olan 1977’de dava yeniden görüldü ve Massachusetts valisi Michael Dukakis, Sacco ve Vanzetti’nin itibarlarının iade edildiğini açıkladı. İki genç, toplumdaki yabancı düşmanlığı, anarşist ve komünist avcılığının mahkemeye etkisinin kurbanı olmuşlardı.
 
Şu an ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de sistematik olarak yükseltilen toplumsal öfkeye yanıt olarak idam cezasının yeniden diriltilmek istenmesi karşısında Sacco ve Vanzetti’ninkine benzer çok sayıda idam cezası örneğini bu topraklardan da aktarabiliriz.
 
CELLAT BULMAKTAKİ MÜŞKÜLAT

 
Bu topraklarda herkes şunu biliyor ki, idam cezası, dönemin “ruhuna” göre uygulanan bir ceza. Bugünün idamlığı yarının kahramanı, dünün kahramanı bugünün idamlığı olabiliyor.
 
İktidardakiler sıklıkla idam cezasının geri gelmesinin toplum tarafından talep edildiğini aktarıyorlar. Cumhurbaşkanı da bu sava dayanarak “Biz, milletin iradesi neyi gerektiriyorsa ona bakarız” diyor. Ömrü idam cezasının kaldırılışına ifa etmeyip 1998’de hayatını kaybeden Türkiye’nin en önemli ceza hukukçularından Prof. Dr. Faruk Erem “millet istiyor” savına şu yanıtı veriyor: “Ölüm cezasını infaz edecek kimseleri bulmaktaki müşkülatın mutlaka bir manası olmazı lazım olmak gelir. Cellat, neticede amme iradesinin infazcısıdır. Buna rağmen halk ondan nefret eder. Bu nefret haddizatında ölüm cezasına karşıdır.”
 
Ahmet Kahraman’ın “Darağacında” kitabındaki tabiriyle “cellat, ısmarlama adam öldüren kişidir.” “Genellikle görevi gereği insan öldüren, başka bir anlatımla adaleti yerine getiren cellat, bilinç yerine güdüleriyle yaşayanlar arasından seçiliyor. Bu tiplerin seçilmesi rastlantı değildir. Güdüleriyle yaşayan bir kimsenin seçilmesinin altında yatan gerçek, gerektiğinde ‘ben bu işi vatanıma hizmet için yapıyorum. Ayıp, aşağılanacak tarafı yok. Bir vatansever olarak bana verilen görevi yerine getirdim. Üstelik para da kazandım’ diyebilsin diyedir.”
 
CELLADIN MASKESİ
 
Kahraman’ın bu tarifi mühim. Zira cellatlık “görevini” vatani vazife olarak belleyenlerin belli bir “meşruiyet” kazanabileceği bir toplumsal hınçla karşı karşıyayız. Annesinden öcü gibi korkan ama “düşmanına” tehditler savurarak evinin tavanına ateş eden gencin videosu istisna değil, önemli bir alamet. Öte yandan idam cezasının sadece “idamlık suç” işleyenleri kapsadığını düşünüp bu konuya duyarsız kalanlar yanılıyor olabilir. Bir kere kişinin devlet tarafından boğularak öldürülmesinden sadece devlet veya cellat sorumlu tutulamaz. Bu, tüm “milletin” bulaştığı veya bulaştırıldığı kolektif bir uygulamadır. Dolayısıyla Faruk Erem’in işaret ettiği müşkülat, şu sıralar pek geçerli olmayabilir ve sayısız insan cellatlık için “iş” kuyruğuna girebilir. Celladın yüzünün çoğunlukla “karanlık” olması, onun öldürmekten değil, namından ve en önemlisi de “insan olarak” tanınmaktan duyduğu korkuyu izah eder. Fakat cellatlık kolektifleştiğinde herkes maskesini çıkarır. 2016’nın sonuna gelirken maskelerin tek tek çıkarılıyor oluşu, cellat namzetlerinin sosyal medyada maskesiz olarak kol gezişi, 2017’deki toplumsal “coşkunun” habercisi değildir de nedir?
 
O halde Camus’un sözünü daha yüksek sesle dillendirmek gerekiyor: “İdam cezası, vahşet ve barbarlığın son vestijidir. Bireysel ve kitlesel intikam duygularının somut ve hunhar ifadesidir… İdama hayır!”