2 Haziran'dan bu yana 'içki içildi' tartışması ile anılan Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camisi'nde yaralı göstericilere müdahale eden doktorlar Radikal.com.tr'ye konuştu: O camideki revir olmasa can kayıpları olabilirdi...

Gezi direnişi, yol açtığı (belki bir kısmı uzunca bir süre sonra anlaşılacak) değişimler, halkın en azından bir kesiminin kent yaşamına ve bir bütün olarak siyasete demokratik katılım ısrarı ve ultra-merkeziyetçi karar mekanizmalarına karşı koyduğu güçlü dirençle, tarihi öneme sahipti. Ancak başbakanın olayların ilk günlerinden beri neredeyse her konuşmasında tekrar ettiği ve basının bir bölümünün ısrarla üstünde durduğu ‘iki iddia’, yüzbinlerce insanın katıldığı eylemleri kriminal ya da ahlaki çerçevelere yerleştirerek 'gayrimeşruluk' zemininde tutmaya çalıştı ve eylemlerdeki içeriğin muhataplarınca anlaşılmasını zorlaştırdı.

Bunlardan ilki, 1 Haziran günü Kabataş'ta başörtülü bir kadının, yanında bebeği de varken bir grup gösterici tarafından sözlü ve fiziksel tacize uğradığı yönündeydi. Bu konu yargıya taşındı.

İkincisi, polisle göstericiler arasında oldukça yoğun çatışmaların yaşandığı 1 ve 2 Haziran akşamları revir olarak kullanılan, Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii'nde, söz konusu gecelerde içki içildiği iddiasıydı. Bu iddiayla ilgili ‘soruşturma’ ve ‘inceleme’ler ise devam ediyor ve neredeyse her gün yeni gelişmelerle basına yansıyor. Olayların yaşandığı gece camide olan müezzinin aralarında terörle mücadele şubesi polisleri ve Diyanet müfettişlerinin de olduğu çok sayıda resmi merciye yaptığı açıklamalar, verdiği ifadeler; olay gecesi ve sonrası çekilen fotoğraf ve videolar, hükümetin elinde olduğu öne sürülen videolar... Son olarak dün, Başbakan Erdoğan metro açılışında da bu iddiayı yineledi. ‘Camide içki’ tartışması tüm olaylara tanık olan müezzinin ısrarlı ‘ben görmedim’ beyanına rağmen tartışılmaya devam ediyor.

REVİR Mİ ‘KARARGÂH’ MI?

Aslında bu ‘içki’ tartışmasına yeni bir boyutu da önceki gün Habertürk TV’de konuşan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez kattı. Görmez, “Herhangi bir olayda, suçu ne olursa olsun, dini, rengi ne olursa olsun, bir insan can havliyle yaralı olarak bir mabede sığınırsa o bize Allah'ın emanetidir. Ancak bizim kabul edemeyeceğimiz husus, içinde her türlü şiddeti barındıran bir kalkışma hareketinde bir camiyi üs olarak, karargâh olarak kullanabilir miyiz, kullanamaz mıyız” dedi ve bunun “içki içilmesinden daha önemli” olduğunu söyledi.

Müezzin Fuat Yıldırım gecenin en önemli tanıklarından biri ve baştan beri ısrarla söyledikleri tüm bu iddialar için elbette çok önemli. Ama 'tanık'lığına başvurulabilecek birileri daha var: O geceleri ne gösterici ne de polis olarak yaşamış; cami içindeki revirde görev yapmış doktorlar…

Direnişe duydukları sempati ya da Hipokrat yemininin bağlayıcılığıyla (belki kimileri için her iki nedenle) o iki geceyi camide geçiren doktorlar ve tıp öğrencileri bugüne dek pek konuşmadı. Bunda, revirlerde görev yapan bazı sağlıkçılara Bakanlık tarafından soruşturma açıldığı iddialarının da etkisi var elbette. Ama burada, aynı nedenlerle isimlerini vermekten imtina etseler de yaşadıklarını tüm açıklığıyla anlatan üç doktorun tanıklıklarını okuyacaksınız. Tesadüfler ya da hekim sorumluluğuyla o iki geceyi camide geçirmiş, ikisi kadın üç doktor... İsimleri bende saklı ama ben her üçünü de görür görmez tanıdım, çünkü 'cami videoları'nda telaşla yaralılara yardımcı olmak için koşuştururken seyretmiş, fotoğraflarda görmüştüm.

İşte üç doktorla, o iki geceyi tüm detaylarıyla irdeleyen ve üç saate yakın süren sohbetten geriye kalanlar...

'HİPOKRAT'IN ÇAĞRISI'

1 Haziran... Cumartesi... Taksim ve çevresinde cuma akşamından beri kalabalık gruplarla polis arasında çatışma yaşanmış... Ve Cumartesi gündüz saatlerinde polis Taksim'den çekilmiş. Onbinlerce insan Gezi Parkı ve Taksim Meydanı'na akıyor. Bu insanların arasında, Gezi Parkı sürecini baştan beri yakından takip eden iki doktor da var... Meydanda, iki gündür olan bitenin izlerini yer yer şaşkınlıkla izliyor ve daha sonra revir olarak kullanıldığını öğrendikleri Makine Mühendisleri Odası'na geçiyorlar. Burada saat 20.00 civarında, bir doktor arkadaşlarından, Dolmabahçe-Beşiktaş çevresinde çatışmaların sürdüğünü, yaralıların olduğunu ve hem doktora hem de tıbbi malzemeye ihtiyaç olduğunu öğreniyorlar...

"Daha önce deprem deneyimi olan arkadaşlarımız vardı ama savaş ya da çatışma gibi kriz durumlarıyla hiç karşılaşmamıştık. Yine de oraya gitmeye karar verdik. Bu bazı hekimlerin vicdani organizasyonuydu ve Tabip Odası daha sonra hekimlere çağrı yapana kadar da tamamen vicdani bir görevdi."

Üçüncü doktor da bir arkadaşından Dolmabahçe'de "kriz" olduğunu öğreniyor ve aynı bölgeye gidiyor. Cumartesi akşamı, bir gün sonraya oranla çok 'sakin'. Çatışmalar ve yaralılar var ve daha o günden ‘cami önü’ (henüz içi değil, dikkat) revir olarak kullanılmaya başlanmış. Öyle ki, cemaat ibadet için camiyi kullanmaya devam ediyor; cumartesi gecesi yatsı namazı camide kılınıyor; eylemciler, doktorlar ve namaz için gelenler karşılaşıyorlar. Üstelik hiçbir olumsuzluk yaşamıyorlar. Doktorlar, caminin müezzin ve imamıyla o gün tanışıyor. Cumartesi günü daha çok gaza maruz kalmaya bağlı yaralanmalar var ve geç saatlerde sükunet hakim oluyor. Herkes cami ve çevresini terk ediyor. Pazar sabaha karşı saatlerinde camide tek bir eylemci ve doktor yok.

PAZAR: DAHA SERT ÇATIŞMA, DAHA AĞIR YARALILAR…


Pazar gündüz saatlerinde üç doktorun da aklında Dolmabahçe Camii ve çatışmalar yok. Olayın bittiğini düşünüyorlar. Hatta biri Anadolu yakasında arkadaşlarıyla buluşuyor. Ama akşam saatlerinde gönüllü doktorlar haberleşmeye başlıyor yeniden. Saat 20.00’dan itibaren kitlesel grupların polisle çatıştığı ve çok sayıda yaralı olduğu duyumları geliyor. Üçü de bir gün önceki camiye gidiyorlar. Cami kapalı, imam ve müezzin yok. Beşiktaş'tan Maçka'ya çıkan yol üzerindeki barikatın İnönü Stadı tarafında, büyük çoğunluğu gençlerden oluşan göstericiler var. Öbür tarafta ise çok sayıda polis... Yaralıların sayısı ve yaraların ciddiyeti artmaya başlıyor. Artık sadece gaza maruz kalanlar değil, vücutlarının çeşitli yerlerinden ama özellikle başlarından darbe almış yaralılar var. Caminin önündeki tuvalette görevli olanlar aracılığıyla din görevlilerine telefonla ulaşılıyor. Geliyorlar. Cami açılıyor.

3 AŞAMALI REVİR VE ‘AYAKKABI ÇIKARMA EKİBİ’!

"Pazar günü durumun daha farklı olduğu baştan da belliydi. Göstericiler çok kalabalıktı ve polis çok fazla gaz kullanıyordu" diyorlar. Müezzine camiye asla zarar vermeyecekleri, yaralılara yardımcı olmak istedikleri söyleniyor. Hatta cami içindeki tarihi eserler, gerektiğinde korunmak için müezzinle birlikte tespit ediliyor. Sonra hızlı bir organizasyonla 3 aşamalı bir revir kuruluyor. Caminin ana giriş kapısı ve onun açıldığı avluda çoğunlukla tıp fakültesi öğrencilerinden oluşan ilk sağlıkçı grubun durduğu bir "giriş" noktası var.

Burada yaralının durumu tespit ediliyor ve önce cami girişindeki ayakkabılık bölümünde, sonraları yoğun gaz nedeniyle kaçınılmaz olarak caminin içinde olan ‘acil müdahale noktası’na alınıp alınmayacağına karar veriliyor. Pek çok kişi (özellikle gazdan etkilenenler) burada ayaküstü müdahalelerle gönderiliyor. Durumu daha ciddi olanlar, çoğunlukla metal polis barikatlarından bozma 'sedye'lerle içeri taşınıyor. Ayakkabılık önünde, yani caminin girişinde dört kişilik bir ekip, ayakta ya da sedyede gelmekte olan yaralının ayakkabılarını çıkarıyor. Evet, camide dört kişi uzunca bir süre ‘ayakkabı çıkarmaktan sorumlu’ olarak çalışıyor. Sonra yaralı içeri alınıyor ve yarasının mahiyetine göre, acil, ortopedi, cerrahi gibi ‘polikliniklere’ ayrışmaya başlamış olan köşelerden birine taşınıyor.

Saat ilerledikçe, cami içinde ve etrafındaki doktor sayısının ve tıbbi malzemenin arttığını söylüyor üçü de... Nasıl oluyor bu? Öncelikle durumun vahametini anlayan Tabipler Birliği'nin "yaralılara yardım" çağrısı var. Ama şu çarpıcı anekdot da durumu anlamayı kolaylaştırıyor:

“Çalıştıkları hastanenin acil servisine gelen yaralıların sayısından durumun sıra dışı olduğunu anlayıp nöbetleri bitince gelen pek çok doktor da vardı"!

GECE VE ENDİŞE İLERLİYOR

Belki de ortalıkta en çok görünen, cami içinde en çok zaman geçiren, hatta bu nedenle polisle pazarlık aşamasında müezzin Fuat Yıldırım’ın 'doktorların temsilcisi' sandığı genç hekim, "Ben çatışmaları hiç görmedim bile" diyor. Polisle göstericilerin karşı karşıya geldiği nokta camiden yaklaşık 200 metre uzakta zira. Ama çatışmaların şiddetlendiği, cami içine giren gaz miktarından anlaşılıyor. Polis en baştan en sona kadar, iki gün boyunca cami içine gaz bombası atmıyor, ama çevresinde o kadar çok kullanıyor ki bir süre sonra cami önünde de durulamaz hale geliyor. Durumun giderek vahimleştiği anlar bunlar...

Doktorlardan dinleyelim:

"Tabip Odası’nın devreye girmesi psikolojik olarak bizleri rahatlatmıştı. En azından hekimliğin sorumluluğu gereği yaptığımız şeyin kurumsal bir karşılığı da vardı artık. Ama bu kez yaralılarla ilgili endişe büyüktü. Çoğunluğu biber gazı kartuşunun çarpmasıyla oluşmuş kafa ve göz travmaları, kırıklar, yanıklar, darba bağlı travmatik yaralanmalar, solunum sorunları, astım nöbetleri... Çok sayıda basit tıbbi malzeme vardı, ama birçok acil durum için gerekli teçhizat yoktu. Yaralıları tahliye etmek kimi zaman olanaksız oluyordu. Ambulanslara ya polis ya da bunlarla gaz bombası taşındığını gören eylemciler geçiş izni vermiyordu. Bu tahliye sorununu sosyal medyadan öğrenip özel araçlarıyla cami çevresine ulaşanlar hatta motorla denizden gelenler bile oldu. Ama bunlara da ‘polis olabilirler’ endişesiyle yaralılar binmiyordu. Camiye çok fazla gaz giriyordu ve bundan polisin yaklaştığı anlaşılıyordu. Gece 01.00-01.30 sularında, caminin arka tarafına denizden çıktığını düşündüğümüz polisler geldiler ve dışarıdan camlara vurmaya başladılar. Doğal olarak bir panik oluştu içeride. İçeriye gaz atılması durumunda pek çok yaralıyı da tahliye ederek dışarı çıkarmak olanaksızdı; zaten dışarısı da gaz altındaydı. Yaşça bizden daha büyük ve soğukkanlı bir doktor camların önünden uzaklaşarak caminin ortasında toplanmaya ve çökmeye çağırdı herkesi."

MÜEZZİNİN ‘ARABULUCULUĞUNDA’ TAHLİYE

Polislerin camlara vurarak bir tür 'biz geldik' mesajı vermesinin ardından bir süre hiç yaralı gelmiyor camiye. Ama bir süre sonra da kapı önünde yaralı sınıflandıran tıp öğrencilerini de içeriye doğru süpüren önlenemez bir dalgayla, büyük bir kalabalık doluyor caminin içine. Gelenlerden polisin barikatı dağıttığını ve herkesin kaçıştığını öğreniyorlar. Tip öğrencileri dışarıda göz gözü görmez halde bir gaz dumanı olduğunu ve kendilerinin de dayanamayarak içeri girdiklerini söylüyor. Zaten caminin içine dolan gaz söylenenleri doğruluyor.

45 dakikalık bir bekleyişin ardından, neredeyse eksiksiz olarak tüm geceyi doktorlarla birlikte geçirmiş olan müezzin Fuat Yıldırım polislerle arabuluculuk yapmayı öneriyor. Polisler, yüzlerinde gaz maskeleri ve yanlarında gözaltı otobüsleriyle caminin hemen dışında bekliyorlar. İçeride çok sayıda doktor/sağlıkçı, yaralı ve gösterici var. O anda 100 kişi kadar olduklarını tahmin ediyorlar. Yaralılar arasında durumu ciddi olanlar var… Tüm gece iyi niyetini kanıtlamış olan müezzinin arabuluculuk önerisi bu koşullarda en iyisi.

Çetin bir pazarlık başlıyor. Polis müdahale hazırlıkları yaparken müezzin içeride çok sayıda doktor olduğunu ve polisin önerisinin aksine yaralılarını/hastalarını almadan çıkmayı reddettiklerini söylüyor. Sonra polis, "15 dakika içinde çıkmazlarsa müdahale ederiz" uyarısıyla herkesin camiyi terk etmesi için süre tanıyor ve biraz geri çekiliyor. Bütün bu süreçte müezzin Fuat Yıldırım’ın, sorunun çözülmesine dönük gayretlerini ısrarla vurguluyor doktorlar.

Dışarıda öylesine yoğun bir gaz var ki doktorlar da yüzlerini toz maskeleriyle örtmek zorunda kalıyorlar camiden çıkarken. Sonra bu tahliye görüntüsünün bir haber kanalı tarafından istismar edildiğini söylüyorlar. Söz yine hekimlerin:

"15 dakika, çok sayıda yaralının da bulunduğu bir kalabalığı güvenli şekilde tahliye etmek için oldukça kısa bir süre. Yine de cami içinde bıraktığımız özellikle tıbbi malzemeyi elimizden geldiğince toplamak istedik. Ama buna zamanımız olmadı. Arkamızda sadece dağınık bir şekilde cami içine yayılmış tıbbi malzemeler bıraktık.”

7 SAATTE 400 YARALI

Cami veya çevresinin revir olarak kullanıldığı her iki günün tamamında orada bulunmuş üç doktor da tıpkı müezzin gibi ısrarla vurguluyor: "Cami içinde üstelik sürekli hareket halindeydik ve içki içen hiç kimseye rastlamadık. Zaten müezzinle neredeyse bütün gece yan yanaydık, biz görsek o da görürdü."

Pazar gününü pazartesiye bağlayan o zorlu gecede 20.00'den 03.00'e kadar 7 gergin saat boyunca 'malum cami'de hekim olarak bir yeminle bağlı oldukları 'görev'lerini yaptılar; kendi tahminlerince 40 kadarını sevk edebildikleri, 80 kadarı 'ciddi şekilde' yaralanmış olan 400 civarı yaralıya baktılar. Değil çatışmak, çatışmanın olduğu yeri görmediler bile. Ve belki de olası can kayıplarını önlediler. Bugün, sözlerini-seslerini açık kimlikleriyle duyuramamaları bile anlamlı olmalı...

‘O REVİR OLMASA BEN ÖLMÜŞTÜM’

“Valide Sultan Camii revir haline getirilmemiş olsaydı, herhalde kan kaybından ötürü şu an Türkiye ’de hayatını kaybetmiş kişilerden biriydim. Bu yüzden öncelikle Tanrı’ya müteşekkirim.”

Bu sözler, 2 Haziran gecesi Dolmabahçe'de çok sayıda polis tarafından feci şekilde dövülmesi görüntülenen ve sosyal medyada büyük yankı uyandıran Selçuk Uygur’un yaşadıklarını anlattığı kişisel bloğundan… (http://www.selcukuygur.com/2013/06/04/dolmabahce-polis-siddeti-goruntulerinin-marjinal-capulcusu-neden-orada-dusen-son-adamdim/ )

Onun yaşamını borçlu olduğunu vurguladığı doktorlar da aynı görüşte, içeride içki içildiğini görmediler ve ‘içilseydi görürdük’ diyorlar ama ‘içki içildi’ye saplanıp kalan tartışmayı da yanlış buluyorlar. “Daha önemlisi şu” diyorlar, "o tıbbi müdahaleler olmasaydı belki ölen insanlar olacaktı!” Bu, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in ‘orayı karargah yaptılar’ sözleri için de yeterince güçlü bir yanıt oluşturuyor galiba… (Radikal)