Toygar Öztürk

 

Neticeye ulaşmaktan aciz ve sorun çözücülük anlamında da bir o kadar faydasız olan anayasal tartışmalar hususunda gayet şık ve bereketli bir coğrafyada yaşıyoruz. Anayasal dönüşüm, geçmişten günümüze; birçok siyaset ve hukuk erbabının olmazsa olmaz tematiklerinden biri olarak politik gündemde ilk sıralarda yer alıyor. Siyasal yorumlama bilincinin ürettiği savlar anayasal anlamda vücut bulmadığı sürece, siyasi semptomlara toplumsal konsensüs zemininde kurulu bir çözüm bulunamayacağı kanısı halt safhada. Anayasal çözüm; konumu ve muhtevası bakımından siyaseten yukarıda vuku bulan, demokratik olmayan yöntemlerle aşağıda onaylanan yahut parlamenter demokrasinin yarattığı demokratik meşruiyet temelinde onaylandığı varsayılan bir politik çözüm argümanı olarak karşımıza çıkıyor. Liberal ve sistemci egemen çevrelerde, çözüme ilişkin metodolojinin teması anayasa olunca, memleketin muhtelif meselelerine dair yegane demokratik çözüm metodu olarak algılanan ve dolayısıyla böylesine yüceltilen "Anayasa Tanrıçası'na inanmamak potansiyel bir anti-demokratiklik bilinci olarak okunuyor."

 

Toplumsal ve siyasal durumlara ilişkin çözüme muhtaç noktaları; bu çözümsüzlük çölünden, eleminden kurtarmak anlamında türlü demokratik soslarla tatlandırılan anayasa ve benzer metinler de yapılacak değişikliklerin, sorun çözmeye muktedir olmadığı açık. Anayasa da sistemsel verilerle çatışmamak şartıyla sistem içi yöntemleri özümseyerek yapılan revizyonlar sorunlarımıza ziyadesiyle çözüm üretecek kabiliyeti ne yazık ki haiz değil. Politik çevreye ve topluma ilişkin sorunlara çözüm arayan güllerden müteşekkil karmaşık çözümler demetinde, tevazusuz olarak bulunan anayasal tartışma ve boyutları; sistem-içi ilerleme ve olumlamalara yönelik akıl almaz bir araç olarak vücut bulurken; sistem karşıtı toplumsal muhalefetin anayasal doğrulardan arınması temel bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Zira anayasal eksende yapılacak olan türlü yenilik ve değişikliklerin daha demokratik bir eksen kayması durumu olmaktan ziyade, aynı eksende ve fakat farklı esas ilişkilerde devam eden bir süreç olarak canlanacağı açıkça ortada iken, toplumsal muhalefetin sistemin nefes borusunu tıkamak yerine sistemin politik doğrularından hareketle ilerleyip -hiç olmazsa mütevazi - bir takım kazanımlarda bulunacağını sanması büyük hata olur. Anayasayla kurulan ve minimal değişikliklerle süregiden düzenin getirdiği; politik bünyelere ve durumlara yaydığı "mikroptan kurtulmak ve bulguları buna göre değerlendirmek", demokratikleşme masalıyla uyumamak için kaçınılmaz bir araç. Bu manada büyükçe bir parantez açmamız temel bir gereklilik:

 

Demos ve Kratos'un Ayrılığı

Etimolojik anlamda büyük aşklarıyla demokrasiye vücut veren bu iki kavramın birbirinden koptuğu, ayrıldığı sancılı bir süreçten geçiyoruz. Toplumsal eşitsizliğin yaşandığı, sınıfsal çelişkilerin ve güç ilişkilerinin kahir ekseriyetin yani aşağıdakilerin aleyhine olduğu bir toplumda demos ve kratosu birbirinden ayıran ve buna rağmen demokratiklik iddiasıyla işe koyulan anayasal çözüm arayışı kulağa hiç inandırıcı gelmiyor.

Kısıtlamalar ve muhalefetin ehlileştirilmeye çalışıldığı böylesi sancılı bir süreçte sistemin anayasal reorganizasyon çadırlarında demokratik tartışmalar aramak pek de doğru görünmüyor. Hal böyle olunca, anayasa tartışmasının ruhunda kesinkes bulunmayan; fakat dönüşümsel bir gereklilik/ön koşul olarak lafzına kazandırılmış bir demokratiklik vurgusuyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini görmemiz kaçınılmaz bir gereklilik olarak beliriyor. Bu anlamda toplumsal sol muhalefet olarak, anayasa sürecinde bulunduğu iddia edilen demokratik metot ve arayışların birer süslemeden ibaret olduğunu defalarca vurgulayıp, anayasa sürecinde birbirinden ayrılan demos ve kratos sujelerinden demos'un yanında olduğumuzu ifade etmemiz politik bir zorunluluk.

"Demostan yana tavır alan toplumsal, sistem - dışı muhalefetin"; kitlesel seferberlik ve baskılama açısından yoksul bir memleket olan Türkiye'de sosyal adalet gibi naçizane ideallerini anayasal istişare ile kayıtlamaması zaruri. Buradan hareketle, liberal komikliğin -hatalı bir biçimde- sınıfsal ve toplumsal ilişkiler ağından ayırıp yorumladığı faşizm olgusunun karşısına konulan saltık bir demokrasi söylemini alt-üst eden siyasi mülahazaları ortaya koymamız gerekiyor.

Liberal trajikomik söylemin demokrasiyi, "sözde toplumsal bir konsensüs olan anayasa" ile kazandıracağına ilişkin yanılsamasını olumsuzlayarak, demokrasiyi ve demokratik kazanımları hak arama mücadelelerinde ve kitlesel direniş dalgalarında aramak zaruretinden hareket etmeliyiz. Nitekim düzenin anti-demokratik semptomları, kitlesel mücadelelerden bağımsız bir biçimde anayasal dönüşümle ortadan kaldırılacak kadar aciz mehfumlar içermiyor. Sistem karşıtı muhalefet, düzenin çarkını durdurmaya yönelik fikriyatın; adına anayasa denen ve düzen timsali bir oluşum olan kağıt parçasının içerisine sığmayacak kadar derin analizler gerektirdiği unutmamalı. Zira demokratikleşme meselesi, anayasal gevezeliğin bahşedeceği şefkate bırakılamayacak kadar muazzam bir öneme sahip. Bu mevzu da belirleyici rolü; devletin sözüm ona demokratik kurumlarına bırakmak pek de iç açıcı olmayacak gibi görünüyor. Sınıflar, kültürler ve toplumsal duruşlardaki uyuşmazlıkları; "her şeyin meta şeklini aldığı, insanlar arası ilişkilerin, metalar arası ilişkiler biçimi tarafından belirlendiği" yozlaşma sürecinden bağımsız olarak okuyan anayasal demir parmaklıklardan kurtulmamız tarihsel bir görev. Zira liberal demokrasi, yarattığı kitlesel politik tahayyül yoksullaşmasına karşın ısrarla, demokrasi pratik ve dalgalarının inadına; merkez(egemen)politikanın akıl almaz devamlılık akışına binaen halkın kitlesel baskısında bulunan demokratik doğruları tercih etmiyor, edemiyor. Liberal gülünçlüğün demokratik toplum idealini(sözde bir demokrasiden bahsediyoruz) gerçekleştirmeye yönelik "bilumum talepleri" ve anti-demokratik kriz anında anayasal dönüşüm ile sınırlandırdığı, anayasayı ve mekanizmalarını steril durumlar haline getiren "olmazsa olmazları"; toplumun muhalif dalgalarına barikat kuracak güçte olmamasına rağmen, günümüzün muktediri olarak tepemizde dikiliyor. Fakat tartışının bu ahvali, tarihsel bir deneyim olarak; ideolojik referansı itibariyle "kapitalizmi demokrasinin bir ön koşulu haline getirmiş" durumda. Dolayısıyla karşımızda kapitalist üretim ilişkilerine, sermaye birikim sürecine, emek piyasasının esnekleştirilmesine ve bürokratik iktidarın bizatihi kendisine (kabaca türlü sömürüye) karşı yapılan sol muhalefeti; -geçmişin yalnızca lafzı itibariyle sosyalist olan pratiklerinin sağladığı motor güçle de- demokrasi düşmanlığı olarak okuyan egemen bir algı bulunuyor. Kapitalizmi ve sistemin devamını demokrasinin bir ön koşulu olarak okuyan ve bu sığ okuma biçiminin çerçeveleriyle yaptığı/yapmaya çalıştığı birçok yapısal dönüşümü demokrasi ve anti-statükoculuk olarak sunan bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu tekrar etmekte fayda var. Algılamanın içeriği ve biçimi böyle olunca; egemen güçlerin doğrularının inadına, muhalefetin içselleştirdiği ideal ve taleplerin; anti-kapitalist ve düzen karşıtı olması hasebiyle, sistem güçleri nezdinde kabulü demokrasinin tesisi bakımından mümkün görünmüyor, böylesine namüsait taleplerle açıklanan dönüşüm parametreleri "ideolojik bir değişim totalitarizminin ikrarı olarak anlaşılıyor." Dolayısıyla sistemin yarattığı karşı-muhalif kritiklerin, sol muhalefetin direniş aşkına hiçbir darbe vuramaması, muhalefeti ele geçirmenin son çaresi olarak demokratiklik sacayağında; muhalefeti anayasal tartışmaya katıp "görüş bildiren bir zenginlik belirtisi haline" dönüştürme biçimde rasyonalize ediliyor. Dolayısıyla görüşleri zaten kabul edilmeyecek olan muhalefeti, görünümsel olarak sürece dahil etmenin, anayasal yeniden yapılanmayı demokratik göstermenin yegane yolu olduğunu söyleyebiliriz. Lafzı demokrasi ruhu otokrasi olan ve ardılında "yüzde 50 gibi bir sandık kitlesi"-ilginçtir bu insanlar dört yılda bir hissettikleri sandık kokusunu demokrasi sanmaktadırlar- bulunduran AKP ve düğmesine bastığı neoliberal kırmızı alarm, demokratik yapısal dönüşüme giden yegane yolu muhalefetin süreçte yalnızca görüşlerini açıklayan bir siyasi güce çevrilip bulundurulduğu ve bunun nihayetinde son tahlilde "demokratik bir yöntemle yapılan" anayasal revizyon olarak servis ediyor. Bu karşı-demokratik süreçteki oligarşik tadı kaçırmak için halkın yönetenler üzerindeki kontrol ve denetimini arttırmak; yani bir bakıma demos ile kratos arasındaki "liberal buhranı ve ayrılığı" yerle bir etmek için siyasi ve toplumsal ihtilafları aşağıdan yapılandırılmış politik argümanlar kanalıyla çözecek yöntemler üretmeliyiz yahut böyle yöntemlerin içerisinde bulunmalıyız. Öyleyse ahval-i adiyenin sömürücü devran tekerine çomak sokma hedefiyle ilerleyen bir anayasal konum yaratıp; yukarıdan kurulu mutad anayasal yalan rüzgarına karşı gerçek ve güçlü demokratik setler kurmak önem arz ediyor.

Ezici bir çoğunluğun inandığı bu tanrıyı gökten indirip yerle bir etmek için, tanrıya ibadet sürecinde-anayasal reorganizasyon ve istişarelerinde-yaşanan anti-demokratik politik yöntem ve içeriklere yılmaksızın değinmemiz gerekiyor.

 

Burada kısa bir ayraçla, anayasal tematikten esas ve kronolojik açıdan önde gelen bazı a priori yargılardan bahsetmek faydalı olabilir:

 

Anayasadan Önde Gelen Toplumsal Doğrular

Toplumsal ve siyasi düzenin işlerliği bakımından kaçınılmaz ve anayasal politik an'dan önde gelen bazı toplumsal doğru ve yargıların olduğunu ortaya koymamız gerekiyor. Esas itibariyle kabaca; anayasa metinlerinin pek de sirayet edemediği toplumsal doğru alanlarının, basit anayasal budamalar ile yontulamayacağını söylüyoruz. Böyle bir iddia akla; "anayasa metni, zaten toplumsal mühendislik manifestosu değildir." gibi bir düşünceyi getirse de anayasal değişikliklerin, örgütlediği devlet yapısının toplum gibi unsurlarını da etkilemeye yönelik biçimsel ve içeriğe ilişkin bir dönüşüm olduğunu söylemek çok da abartılı olmaz.

Anayasa hapından uzak durmaya ilişkin düşünsel direnişinin yenilgisiyle kaleme alınmış bu yazı, şimdiye kadar "olması gereken anayasa esası" hakkında düşüncelere yer vermedi, zaten amacı da bu değildi. Fakat yine de biz bu işi duble bilgiç hukukçularımıza bırakmadan önce kendimizce biraz ele alalım:

Esasa ilişkin muhtelif anayasal tartışmalarda anayasada yer alan "milliyetçi militarist vurguların kaldırılması yahut budanması gerekliliği" yılların yaşlılık nedir bilmeyen ve muazzam önemde olan bir konusu olarak karşımıza çıkıyor. Bu tartışmanın siyasi, hukuki ve sosyolojik süreçlerdeki milliyetçi uygulamalara ve duygulara engel olmak için yapıldığı açık, kuşkusuz doğru da bir tema; fakat toplumun kahir ekseriyeti açısından kağıt parçası olmanın ötesine geçememiş bir metnin içeriğindeki "milliyetçi lafızların" budanması ya da kaldırılması; toplumsal hayattaki ve siyasi-hukuki uygulamalardaki "milliyetçi asil kanı" normalize edebilecek mi? Şayet soruya olumsuz bir cevap veriyorsak, anayasal reorganizasyonun dahi sirayet edemeyeceği muhtelif sistemsel a priori doğruların ve gerekliliklerin varlığını göz ardı etmemeliyiz.

Ulus-devletin bir varolma koşulu olarak canlandırılmış ve bu itibarla burjuvazinin ve yöneten kesimin çıkarlarını gizleyen bir maske haline dönüşmüş olan milliyetçiliğin, ulus-devletin kurumsal anlamda şemasını çizen anayasa metninde yer almaması kimilerine göre "devletin ulus nitelemesinden" kurtulması yolunu açan bir anlam taşıyabilir. Fakat anayasal bağlamda ortaya koyulacak böyle bir kurtuluş metodu, toplum nezdinde devletin milli menfaatlerini zarara uğratma olasılığı çok fazla olan ve haddini aşan bir girişim biçiminde algılanıyor. Ahval böyle olunca, "sözde Türkçü'de olmayan Kürtçü'de olmayan AKP'nin" ultra-Türkçü(üstelik Müslümancı-Türkçü) tabanı açısından milliyetçi budamalar pek de mümkün görünmüyor. AKP'nin dönüşüm referans ve metodlarının içselleştirdiği olumsuz durumları bir kenara bırakıp asıl konumuza geri dönelim: Devletin kurumsal yapısının şematize edildiği basit bir metinden; milliyetçi vurgu ve duyguların süpürülmesi devletin varoluşunda ve uygulamalarında bulunan bu duygusal ve politik hegemonyanın kırıldığı anlamına gelmiyor. Devletin muhtevasında kenetlenmiş bir biçimde bulunan milliyetçi algı, devletin çıkar ve pratiklerinden soyutlanmış - faydasız bir biçimde devlet metinlerinde kristalize olmuyor. Devlet metinlerinde yalnıza bir görünüm bir lafız olarak yer bulmuş ve örneklemeler yoluyla çoğaltılması mümkün olan "bu doğruların" metinlerden silinmesi; devlet uygulamasından da silindiği sonucunu doğurmuyor.

Devletin kurumsal varlığına ve yapısal konumuna sıkı sıkıya kenetlenmiş olan doğruların; şematik olarak metinlerden kaldırılması devletten ve toplumsallıktan kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Bu münasebetle devletin kurumsal varlığına pelesenk olan, anayasal uygulamanın ve toplumun ruhunda bulunan a priori yargıların anayasada sadece lafız itibariyle yer almamasını, bu yargıların "ortadan kalktığı ya da budandığı" şeklinde bir kutlamaya dönüştürmemek ve egemenin bu tuzağına düşmemek doğru olur. (Örnekleri çoğaltmak mümkün, aşağıda ele alınan ideolojisiz anayasa söylemini de bu mantıkla okumak yararlı olabilir. )

Son olarak muhtemel bir yanlış anlaşılmaya karşı koyabilmek amacıyla; tözsel olarak anayasa kavramına karşı olmaktan ziyade, anayasa ve siyasetin erbap ve kurumları arasındaki ilişkide yer alan bunalımlara vurgu yapmanın önemini tekrar not etmekte fayda var.

 

Sistem Metotlarıyla Sistem Budamayı "Değişim" Adıyla Sunmak

Anayasal yeniden yapılanma; tartışma tematikleri, esas ölçütleri, varlığı ve ürettiği söylemler bağlamında; "egemen gücün dahi çıkarları doğrultusunda tenkit ettiği bir sistemin metodu"ile olacağa benziyor. Anti-demokratik yöntemi ve yönetimsel içeriği itibariyle sürekli tenkit edilen bu yapının kurum ve kurallarına bağlı kalınarak inşa edilen ve geçirilen bir anayasa, özlediğimiz sistem-dışı politik ahvali yaratmak yerine, gayet sistemci bir piyesin hatalarla dolu sahnesi olarak protesto edercesine terkedilmeye değer. Farklı memleketlerde yukarıdan aşağıya monist anlayışlarla ilerleyen otoriter yönelimli politik sürecin meşruluğunu sorgulayan kitlesel dalgalanmalar yaşanırken; yukarıdan aşağıya yönelik üretilen, muhalefetin demokratik bir süs konumunda olduğu ve paşa paşa yutulması gereken bir uyuşturucu hap olarak nitelendirilen dönüşüm sevdasına hayır demek zorunlu.

Oy çoğunluğunu elde tutmuş müdahaleci/muhafazakar-demokrat zihniyetin nahoş bir sosu olarak ifadesini bulan parlamenter ve toplumsal düzeyde inşa edilmiş zorunlu uzlaşılara "demokrasi" deme havariliğiyle kurulmuş egemen siyasetin parlamenter akordunun, sistem budamanın önüne geçemediğini söyleyebilmek mümkün.

Sistemi değiştirmeyen, altüst oluşlara imkan vermeyen ve dolayısıyla onu yalnızca budayan bir egemen güç olarak AKP'nin kullanmayı çok sevdiği "statüko" kavramını bizzat AKP'nin kendisinin sahiplendiği böylece açığa çıkmıyor mu?

Tarih; her siyasi yahut ekonomik sistemin bir yerlerde egemenin, egemenlik durumunu tehlikeye düşürmesi ya da işlemez hale getirmesi halinde egemenlerce budandığını, törpülendiğini açıkça gözler önüne serer. Kapitalizmin sırtını yasladığı büyüme olgusunda kriz çanları çaldığında kapitalizmin çeşitli argümanları budanmıştır. Keza siyasal sistemde itaat ve meşruiyet krizleri yaşadığında "çağa ayak uydurma" gerekçesiyle sistemin budandığını tarih kitapları açıkça yazar. Bu anlamda Türkiye özelinde günümüzün egemeni olan hilkat garibesinin egemenlik ve egemenliğin devamına ilişkin çıkarlarının, anayasal yenilenme-değişim ambalajıyla paketlenmiş budamaları zaruri hale getirdiğini belirtmek hiç de abartı olmaz. Son tahlilde sistemin metotlarıyla yapılmaya çalışılan "bu şey"in bir değişim aşkının romantikliğinden kaynaklanmaktan ziyade, politik çıkar güdümünden ve devamlılık isteğinden doğduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla sözde değişim isteyen ve statüko karşıtı olan bu riyakarlığın iktidar tekonolojisinde yer alan arızaları tespit etmek sanıldığından zor değil; üstelik sistem metotlarıyla yapılan budamaların bir değişim dalgası olarak sunulduğunun açıkça ortada olduğu günümüzde.

 

Budamadan Değişime: "Anayasayı TBMM Yapsın" Söylemi

Yazı, yukarıda çok kısaca sistemsel verilerle yapılan budamanın bir değişim rüzgarı olarak servis edildiğini ve kurulu sistemin demokratik anlamda yalnızca amortize olduğu gerçeğinden işe koyulup, süreci kurulu düzenin doğrularıyla ve sınırlarıyla nihayetlendirmeye çalışan ve yalnızca lafız itibariyle demokratik olan bir görüşle muhatap olduğumuzu aktarmaya çalıştı. Egemen hilkat garibesinin, muhalif güçleri statükoculukla suçlayıp; sistemin statik doğrularını ve yasalarını kabüllenmesi; esas itibariyle demokratik dönüştürme sloganın, muhalefet ve iktidar arasındaki çıkarlar ve güçler dengesini iktidar lehine revize etmeye çalıştığını açıkça gözler önüne seriyor. Bu ahvalin akıl-dışılığında, memleket siyasal aklının; günümüzün yegane ve ultra-demokratik kurumu olarak algıladığı TBMM'nin anayasayı bizzat kendisinin yapması gerektiğine ilişkin görüşleri şu sıralar bir hayli moda oldu. "Muhalefet olmadan da yolumuza devam ederiz"ci söylemin dillendiricisi olan Burhan KUZU'nun son açıklamaları sürecin anti-demokratikliğini ziyadesiyle gösteriyor. Yukarıda da ifade edildiği gibi muhalefetin anayasal dönüşüm sürecinde yer alması AKP'nin kendi çıkarlarını sağlama hedefinde; sürece yalnızca demokratik kokular kazandırma metodu olarak beliriyor. Dolayısıyla muhalefetin-yasaklar ve barajlar sağolsun-, fazla sandalye kaplamadan girebildiği bir meclis olarak TBMM'nin anayasa yapması, AKP'nin çıkarları için imtina edilemez bir "demokratik doğru" olarak vuku buluyor. Bu demokratik sistemci doğruyu daha da kudretli kılabilmek için STK'lerden, parlamento dışı siyasal partilerden, barolardan ve birçok kurumdan kabul edilmeyeceği açık; fakat "AKP'nin şaşaalı demokratik cümleler kurabilmesi için zaruri olan-hadlerini aşmadan yapacakları- öneriler" isteniyor. Muhteviyatın ve yöntemin bu durumu sürecin nihayetlenip, egemen otoriteye bir hayli lezzetli imkanlar sunabilmesi için anayasanın TBMM tarafından yapılmasını hem gerekli hem de zorunlu kılıyor. Dolayısıyla sözün özü "anayasayı TBMM yapsın" söylemi; "anayasayı hükumet yapsın" söyleminin Anayasa Tanrıçası'na inananlarca süslenmiş kutsal kitabın ilk ve en önemli ayetinden başka bir şey değil; süreci görünürde demokratik kılmanın yüksek performanslı bir motor gücü. Yalnızca demokratik bir maske olan "Anayasayı TBMM yapsın" söylemini yerle bir eden demokratik önerilerin (yasaksız-barajsız kurucu meclis gibi) sunulması maskeyi düşürmek için can alıcı önemde.

Bu manada ideolojisiz anayasa deyişi günümüzün en popüler gündemlerinde birisi olarak tezahür ediyor. Dolayısıyla burada kısaca, ideolojisiz anayasaya ve mümkünatına değinmek zaruretinin doğduğundan bahsedebiliriz:

 

Bir Havarilik Örneği: İdeolojisiz Anayasa

Son yıllarda yeni anayasanın ideolojikliğe ilişkin belirtiler içermemesi yani kabaca ideolojisiz olması gerektiğine yönelik kimi buyrukları fazlasıyla duyar olduk. Anti-demokratik Türkiye'ye, egemenin yüzü suyu hürmetine gökten zembille inecek olan büyük kurtarıcının tüm yurttaşları bağrına basması, özlenen ve düşlenen demokrasiyi tesis etmesi için herhangi bir "izm"le bağlantısının olmaması yönündeki inanışlar bir hayli moda oldu. İnanışa göre büyük kurtarıcı; kesinlikle "...izm"ler içermemeli, tarafsız olmalı, herkesi şefkatle kucaklayacak argümanlar içermelidir.

İdeolojisiz anayasa şiarının ortaya atılma sebebi malumunuz, başlangıç kısmında ve anayasada yer alan milliyetçi-militarist vurgular ve özellikle 2.md.'de öngörülen "...Atatürk milliyetçiliğine bağlı..." ifadeleri. Bu bağlamda yeni anayasanın ideolojisiz olması için; Atatürk, milliyetçilik ve benzeri kavramları içermemesi temel bir gereklilik olarak mütalaa ediliyor. Gayet klişe olan bu tartışmada düzen timsali abideler; kendilerince anti-Kemalizm sahnesinde başrol oynarken, gayet Kemalist davranışlarda bulunmayı es geçemiyorlar. Sözde bir Atatürk milliyetçiliği ya da daha geniş anlamda Kemalizm karşıtlığı ekseninde yürütmeye yapılan övgüler, devletin kutsanması, üniterizmin tescillenmesi, demokrasinin yalnızca TBMM'de hayat bulacağına ilişkin düşünceler ve benzeri birçok yüceltmeler Kemalist olmanın ötesine geçemiyor ve görünürde ideolojisiz bir anayasayı düşlüyor. Kemalist olmanın ötesine geçemeyen Kemalizm tenkitlerinin hantallığı bambaşka bir yazı konusu, dolayısıyla özü itibariyle de gereksiz olan bu konuyu kapatıp kaldığımız yerden kısaca devam edelim.

Anayasanın lafzı bağlamında bir ideoloji içermemesi, onun ideolojilerinden arınmış bir hukuki metin olduğunu kesinlikle göstermez. Anayasanın lafzında bulunan muhtelif ideolojik vurgu ve terimlerden kurtulmak, toplumu ideolojik olmayan devlet yapısına(burada en demokratik cumhuriyetin dahi sınıfsal çelişkilerin bir emaresi olduğunu unutmayalım.) ve anayasaya kavuşturacak yegane doğru değildir. Zira bir kere anayasanın lafızdan soyutlanmış ruhu itibariyle ideolojik bir "büyük yanı" vardır. Lafzı ve ruhu bir kenara atsak dahi, anayasanın yaratacağı pratikler yani uygulanması dahi; devletin ve düzenin payidarlığını hedeflediğinden ideolojik olacaktır. Üstelik anayasa, başlı başına belli bir ideolojinin doğrularından hareketle üretilmiştir ve bu münasebetle de ideolojisiz anayasa ifadesinin  kötürüm bir çelişkiler yumağı olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu alamda olması gereken anayasaya yönelik oluşturulmuş muhtelif savlar dahi, tartışının objesi itibariyle zaten ultra-politik ve ideolojik bir mülahaza olarak ifadesini buluyor. Dolayısıyla siyasal ve hukuki fikriyat açısından mümkün görünmeyen ideolojisiz anayasa kavramının ortaya atılma sebebini, siyasal imgelem gezegeni ve tahayyüller bağlamında açıklamak imkanı bulunmuyor. Son tahlilde ideoloji içermeyen anayasanın mümkünatına yönelik söylemlerin, anayasal süreci demokratik göstermeye dair taktik ve stratejik bir adım olarak üretildiği açık.

İdeolojisiz anayasa mahdumlarının; "anayasadan ideolojinin silinmesi, devlet uygulama ve pratiklerinde ve yapısal muhteviyatında yer alan ideolojik sistem ve hegemonyayı ortadan kaldıracak güçte mi?" sorusunu kendilerine yeniden sormaları yararlı olur. Tabi anayasanın ideoloji içermemesi yönündeki öneri, anayasal süreci demokratik göstermeye yönelik bir stratejiden başka birşey olmadığından, bu sorunun mahdumlarca pek de sorulmayacağı ortada.

Nihayet kısaca; AKP'nin kamusal hizmetleri liberalize eden özelleştirmeci anlayışından hareket edersek, ERDOĞAN'ın 2012 ve sonrası süreçte özelleştirme yoluna daha da imkan verecek olan bir anayasa ve buna yönelik bir idari mevzuat oluşturma yoluna gitmesi kuvvetle muhtemel görünüyor. Böylesi bir temelde yapılmaya çalışılan/yapılan bir anayasa ne kadar da na-ideolojik olurdu değil mi?

 

Bitirirken anayasal tartışmaya ilişkin demokratik atıfların ve olması gerekenlerin, muktedir siyaset riyakarlığının bir emaresi olduğunu ve AKP'nin hegemonyasını sürdürmeye dair düşlerini anayasa ile servis edeceğini yeniden hatırlatmakta fayda var.