HDP’nin eski Eş Genel Başkan Yardımcısı, Parti Meclisi üyesi Alp Altınörs 9 ay süren tutukluluk sürecinde yaşadıklarını anlattı. 

“Neşeyle umutla dirençle yattık. Hapishane bizden umudumuzu çalamadı” diyen Altınörs, Özlem Akarsu Çelik'in sorularını yanıtladı. 

Altınörs'ün Gazete Duvar'da yer alan söyleşisinin bir kısmı şöyle: 

’20 METREKARE GÖKYÜZÜ’ 

Cezaevinden çıktıktan saatler sonra saç tıraşını olmuş, ütülü gömleğini giymiş, sanki dün ayrılmışız gibi enerjik bir siyasetçi var karşımda. İçeride bıraktığı mücadele arkadaşlarını anarken gözleri buğulansa da umut dolu mesajlar veriyor. Nasıl oluyor da 9 ay tutukluluktan sonra bu kadar umut dolu olunabiliyor?

Neşeyle umutla dirençle yattık. Hapishane bizden umudumuzu çalamadı.

Cezaevine giren siyasetçiler genellikle spor yapıyor ve bol bol kitap okuyorlar. Tokat Cezaevi, F tipi değildi. Yani koğuş sistemi vardı. Peki koğuşta spor yapılabiliyor muydu?

Koğuşta 13 kişiydik. Tokat HDP dosyasından arkadaşlarla birlikte kaldık. Komün yaşamını hızla oturttuk ve üretken bir dönem geçirdik. Küçücük bir avlumuz vardı, 5 adıma 5 adım… Gökyüzünü görebildiğimiz tek yer orasıydı. 20 metrekare gökyüzü. O küçük alanda spor yapmak pek mümkün değildi. Ancak üretken bir dönemimi yaşadım doğrusu.

Gerçekten orası bir umut fabrikasıydı. Geleceğe dair umutların biriktirildiği, insanları kendini geliştirdiği, değiştirdiği, dönüştürdüğü bir alandı. Yaşamımızı dolu dolu örgütledik. Günde en az 7-8 saat okuyordum. Bir koldan edebiyat bir koldan da teorik kitaplar. Özellikle kapitalizmin buhranı ve insanlığın geleceği konusunda yoğun okumalar yaptım. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum bu dönem onlarca hapishanede HDP bileşenleri koğuşlarda birlikte kaldılar, aynı bedelleri birlikte göğüslediler. Bu süreç HDP’nin birliğini daha da güçlendirmiştir.

‘DEMOKRASİ GÜÇLERİ, TOPLUMSAL DİRENÇ ORTAYA KOYDU’

İçeriden dışarı nasıl görünüyor?

Ben eylül ayında girdim hapishaneye. Eylülden bu yana çok hissedilir bir değişim yaşandı Türkiye’de. Gözaltındayken otur-kalk yaptırmak isteyen ve benim “Bize Fethullahçılara yaptığınız muameleyi yapamazsınız” dediğim ve ben dedikçe beni daha çok döven polis de Fethullahçı çıktı. Bunu hatırlatmak istedim.

16 Nisan’da demokrasi güçleri toplumsal bir direnç ortaya koydular. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP merkezli olarak geliştirilen otoriter projeyi toplum reddetti. 16 Nisan’daki sandık sonuçlarıyla da bu tescillendi. Her ne kadar hile yöntemleriyle sandıktan evet çıkmış olsa da yüzde 51 ile yeni bir rejimin inşa edilemeyeceğini de herkes kabul eder. Şu haliyle bile anayasa bir toplumsal mutabakat metni hüviyeti taşımıyor.

Toplumun yarısının reddettiği bir anayasa, meşruluğu olmayan bir metindir. Toplumda yeni anayasa talebinin, içeriğinin demokratik bir değişim ile kabul edilen paketi, 12 Eylül’ün gövdesi üzerine başkanlık sistemini yerleştirdi. Bu anlamda toplumun demokratik değişim taleplerini karşılamayan tersine Türkiye’ye Orta Asya modeli despotik bir rejim getiren bir anayasa değişikliği yapıldı.

‘EŞBAŞKANLAR DIŞARIDA OLSAYDI ‘HAYIR’ YÜZDE 50’NİN ÜZERİNDE OLURDU’

Temenniler Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş’ın ve tabii tüm siyasi tutukluların bir an önce serbest bırakılması ama bu yönde en ufak bir hareketlilik görünmüyor. Bırakılmaları mümkün mü?

Eş Genel Başkanlarımızın dört duvara asla sığdırılamayacağı referandumda çok net olarak görüldü. Evet, onlar fiziken hapiste olabilirler ama yaptıkları çağrıya milyonlar uydu. Belediye eş başkanlarımız hapiste olabilirler ama milyonlarca insan oylarıyla onlara sahip çıktı.

Bölgedeki seçim sonuçları da Kürt halkının başkanlık sistemini reddettiğini net olarak ortaya koymuştur ve bu rette belirleyici rol oynayan HDP’dir, Eş Genel Başkanlardır. Eğer dışarıda olsalardı hayır yüzde 50’nin üzerinde olurdu. Bu yüzden içerideler ve içeride tutuluyorlar. Ama 16 Nisan demokratik siyasete vurulan kelepçeyi çözmeye başlamıştır.

‘MUHALİF DİNAMİKLER SU YÜZÜNE ÇIKTI. ONLARI GÖRÜNMEZ KILMAK İMKÂNSIZ!’

Mahkûmlar hapishanede bol bol televizyon izliyorlar. İçeriden, ana akım medyanın gözünden nasıl görünüyor Türkiye?

Biz bu 9 ayı sadece ana akım medyayı izleyerek geçirdik. Dolayısıyla ortalama Türkiye yurttaşının hangi bilgiye erişebildiğini, sansür ve otosansürün ne kadar kuvvetli olduğunu yaşayarak deneyimledik. Bütün bu sansüre rağmen özellikle referandum kampanyası başladıktan sonra toplumdaki muhalif dinamikler su yüzüne çıktı ve onları görünmez kılmak imkânsız hale geldi.

Yenikapı mitinginden sonra Türkiye’nin demokrat, ilerici insanları kendilerini küçük bir azınlık sanmaya başlamışlardı. Bu anlamda Yenikapı çok önemli bir halkla ilişkiler çalışmasıydı ve insanlarda bir çaresizlik duygusu örgütlemeyi amaçlıyordu.

‘Yenikapı’dakiler millettir, dışındakiler küçük bir azınlık!’ ama referandum süreci bunun böyle olmadığını gösterdi ve insanlara özgüven geldi. Bu toplumun yarıdan fazlasının her şeye rağmen OHAL şartlarında bile sandık kurulsa yine demokrasiden yana tavır koyacağı çok net görülmüş oldu.

Anadolu toprağına demokrasi tohumları ekildi. Şimdi bu tohumlar bunlara emek edecek, bunları sulayıp yeşertecek siyasetçileri bekliyor. Umarım başta CHP olmak üzere ‘hayır’ cephesinde yer alan güçler, halkın gerisinde kalmaktan kurtulurlar ve halkın 16 Nisan’da bunlara vermiş olduğu muhalefet görevini yerine getirmeye başlarlar.

KHK İHRAÇLARI OHAL’İN ZAYIF KARNIDIR’

Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın direnişinden, cezaevinde sürdürdükleri açlık grevinden haberi var mı hapishanelerdeki tutukluların?

Bu eylemi, bize verilen gazeteler arasından Cumhuriyet’ten takip ediyorduk. KHK ihraçları OHAL rejiminin zayıf karnıdır. Tümüyle haksız, hukuksuz, bırakın hukuk devletini kanun devletiyle bile açıklanamayacak bir uygulamadır. Dolayısıyla burada insanların hak arayabileceği hiçbir yolun açılmaması gerekiyor iktidara göre. Bu yüzden Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yı tutuklayarak hak arama potansiyellerini ortadan kaldırmak istediler.

Söyleşinin tamamı...