Ahmet Altan, “Erdoğan’ın, “Kahire, Gazze, Şam üçgeni” üzerinden Ortadoğu’nun padişahlığını ele geçireceğini sanmasından sonraki durumumuza bakın.

İçerde devlet çöktü, yargı diye bir şey kalmadı, yolsuzluk tarihimizde görülmemiş ölçüde arttı, kendi şehirlerimizi bombalıyoruz, terör her yanda kol geziyor, derin devlet daha da derinleşerek hortladı, ekonomi her gün biraz daha geriye gidiyor, turizm durdu, ihracat ve sanayi geriledi, ülke kin ve öfkeyle gerildi, Ortadoğu’dan sille tokat kovulduk, Suriye’de en küçük bir söz hakkımız kalmadı, Avrupa Birliği hayalleri söndü, dünyanın gözünde IŞİD terörünün destekçisi olduk” ifadelerini kullandı.

Ahmet Altan’ın Haberdar’da yayınlanan “ İsrail” başlıklı yazısı şöyle:

Madara olmak diye bir şey var hayatta.

Genellikle çok fazla palavra atanların, kendilerini olduklarından büyük göstermeye kalkanların başına gelir.

Ve iyi bir iş değildir.

Erdoğan’ın İsrail’le barışıp, Putin’e özür mektupları yazdığını okuyunca yıllar önce seyrettiğim iki boks maçı geldi aklıma.

Böyle durumlarda aklıma hep o maçlar gelir zaten.

O sıralarda Lennox Lewis dünya ağır sıklet şampiyonuydu, çok güçlüydü ve gerçekten iyi boksördü. Amatörlüğü döneminde Olimpiyat madalyasını da kazanmıştı.

Haşim Rahman isminde, pek de önemli olmayan bir boksörle karşılaşmıştı.

Rahman öyle adı bilinen biri değildi.

Lewis’in özel hayatında da o sıralarda bazı sorunları vardı.

Ben maçı televizyondan naklen seyrettim.

Beşinci rauntta Rahman, herkesin yenilmez olarak gördüğü Lewis’e bir sağ kroşe çaktı, Lewis dev bir kütük gibi devrildi.

Devrildiği yerden de kalkamadı.

Nakavt oldu.

Rahman maçtan sonra, “benden daha büyüğü yoktur, dünyada herkesi yenerim, Lewis benim karşımda ayakta duramaz” türünden bir demeç verdi.

Aylarca bu konuşmaları yinelediğini, boks meraklısı herkes gibi ben de izledim.

Bitmez bir böbürlenme, övünme, rakibini aşağılama.

Altı ay sonra tekrar karşılaştılar.

O maçı da izledim.

Lewis maça inanılmaz bir hızla ve öfkeyle başladı, daha ilk raundda Rahman’ın kaşı açıldı.

Dördüncü rauntta sol-sağ kombinasyonla Rahman’ı bir daha kalkamayacak biçimde yere serdi.

Rahman nakavt oldu.

Biraz kendine geldikten sonra ringde kendisine uzatılan mikrofona söylediklerini de dinledim.

“Lewis çok büyük boksör” diyordu altı ay boyunca Lewis’i aşağılayan kendisi değilmiş gibi.

Aklının başına gelmesi, gerçekleri görmesi, kendisinin ve rakibinin gücünü anlaması için sıkı bir sopa yemesi gerekiyordu.

Sopayı yedikten sonra gerçeğin ne olduğunu anlamıştı.

Eğer o altı ay boyunca o kadar övünmese, şanslı bir maçta kazandığı başarıyı böyle abartmasa, rakibine saygılı davransa, ikinci maçta gene yenilirdi, Lewis’in rakibi olacak çapta bir boksör değildi ama “madara” olmazdı.

Türkiye’nin İsrail’le de Rusya’yla barışması gerekiyordu, bu iki ülkeyle itişmesinin bir anlamı yoktu.

Barışmak da iyi bir hamle olurdu…

Eğer, Erdoğan meydan meydan dolaşıp İsrail’i sürekli aşağılamasa, yapamayacağı işleri yapacakmış gibi kurusıkı sallamasa, “Gazze’ye ambargoyu kaldırmadıkça normalleşme mümkün değildir,” “şahsen ben bu görevde bulunduğum sürece hiçbir zaman İsrail’le olumlu bir şey düşünemem” türünden Türkiye’yi de bağlayacak biçimde boyundan büyük laflar etmeseydi.

Bütün bunları söylemese, “İsrail’i yere seren” lider havalarında ortada dolaşmasa, medyası Erdoğan’ı şişirip durmasa, “dünya Erdoğan’dan korkuyor” türünden palavralar atmasa bu anlaşmayla hep birlikte “madara” olmazlardı.

Sadece onlar madara olmadılar Türkiye’nin de dünyanın gözü önünde “madara” olmasına yol açtılar.

“Herkesi dövmek, herkesi yenmek” isteyen garip bir aşağılık duygusuyla malul kesimin oylarını almak için yıllarca “dış politikayı” sömürüp durdular, sonunda yumruğu yiyince, İsrail’in ambargoyu kaldırmamasına rağmen anlaşmak zorunda kaldılar.

Aynı “madara” olma durumu Rusya’yla ilişkilerimizde de aynen yaşandı.

Sadece on yedi saniyeliğine topraklarımıza giren Rus uçağını vurduk.

Dünyada kimsenin yapmadığı, yapmayı aklından geçirmediği bir saldırıyı gerçekleştirdik.

İlk açıklamayı da, sanki bu açıklamayı yapmak kendi üstüne vazifeymiş gibi cumhurbaşkanlığı sarayı yaptı. Erdoğan, “Rus uçağını düşürme kahramanlığının” aslan payını almak için sabredememişti.

Arkasından başbakanı, “emri ben verdim” diye efelendi.

“Gene olursa gene vururuz” kostaklanmaları geldi.

Havuz medyasında “Reis” güzellemeleri yarışması açıldı.

“Büyük lider,” “güçlü lider” “dünyayı titreten lider” palavraları ardı ardına havai fişekler gibi patlatıldı.

Bütün bu külhanbeyliklerden sonra ikinci maçta yumruğu yeyince, “özür dilerim” mektupları yazıldı, “ben ettim sen etme” pozisyonuna geçildi.

Bütün bunları dünya seyretti.

Türkiye, boyundan büyük laflar eden, palavracı ve güçsüz bir ülke konumuna oturtuldu.

Şimdi o şişirdikleri “milliyetçilik” havalarını ne yapacaklar bilemiyorum, herhalde yeni yalanlar, yeni palavralarla gerçekleri saklamaya çalışacaklar.

Bu “milliyetçi” denilen insan grubunu da anlamıyorum doğrusu, milliyetçilik “sebep-sonuç” ilişkisi diye bir ilişkinin varlığından haberdar olmamak mıdır?

“Gazze’ye ambargo kalkmadan barışmam” dediğinde, Rusya’nın uçağını düşürdüğünde bunun bir “sonucu” olacağını kestirememek mi “milliyetçi” olmak?

Gücünü bilerek, o gücünü en etkin şekilde kullanarak, ülkenin zararına neden olacak işlere yol açmadan, huzurlu ve saygıdeğer bir ülke olmak “milliyetçiliğe” aykırı mı?

“Palavracı” olmadan milliyetçi olunamıyor mu?

En çok palavra atan en çok milliyetçi mi oluyor?

Milliyetçiler, Türkiye’yi yönetenler boylarından büyük laflar edip, boylarından büyük işlere sıvandığında hiç mi kendi ülkelerinin geleceği için endişe duymazlar?

Yakıp yıkmak, böbürlenmek, korkutmak mı milliyetçiliğin geçerli olan ölçüleri?

Birisi çıkıp, “barış içinde, huzurlu ve eşit bir hayat sürelim, hukuka saygı gösterelim, üretip zenginleşelim, hem kendimize hem de dünyaya güven verelim” derse, bu neden milliyetçiliğe aykırı oluyor?

Neden böyle aklı başında bir öneri milliyetçilerden oy alamıyor?

Milliyetçilik, palavracılık yarışması mı?

AKP, tarihimizin en palavracı partisi olduğu için mi milliyetçilerden oy alıyor?

Akılla ve gerçeklikle bağlarını kopartmak mı milliyetçilik?

Bunların sonuçlarından hiç mi rahatsız olmuyor “milliyetçi” denilen insanlar?

Ülkelerinin rezil olması onların “milliyetçiliğini” hiç mi zedelemiyor?

Bugün, Erdoğan’ın “ben hem İsrail’le hem Rusya’yla barışıyorum” demesinin mesajı çok açık.

Türkiye Ortadoğu’dan çıkıyor.

Bütün Ortadoğu politikasını değiştiriyor.

Değiştirmesi de çok iyi çünkü AKP’nin “Ortadoğu politikası” diye ortaya koyduğu saçmalık, bir ahmaklıklar manzumesinden başka bir şey değildi.

Kendilerini de Türkiye’yi de rezil edip, sopayı yedikten sonra şimdi Ortadoğu’yu terk ediyorlar.

Bir de, AKP’li akılsızların “bizden habersiz Ortadoğu’da yaprak kımıldamaz” palavralarına kapılmalarından, Erdoğan’ın Ortadoğu’nun padişahı olacağı hayallerini “politika” sanmalarından önce Türkiye’nin durumu neydi onu düşünün.

Biz Avrupa Birliği üyeliğine tam adaydık, ekonomimiz büyüyordu, reformlarla hukuku düzeltiyorduk, barışa ve huzura doğru yol alıyorduk, dünya medyası her gün Türkiye’yi övüyordu, turizm yıldızı olmuştuk, Erdoğan dünyanın en önemli liderlerinden biri olarak kabul ediliyor ve her yerde saygı görüyordu, Ortadoğu’da İsrail’le Suriye arasında arabuluculuk yapabilecek kadar büyük bir ağırlığımız vardı, İran’ı Amerika’ya karşı Brezilya’yla birlikte biz savunuyorduk, Ortadoğu halklarının hayranlığını kazanmıştık, Batı’da böylesine saygıyla karşılanan bir Müslüman ülke olarak dünyadaki bütün Müslümanların örnek aldığı ülkeydik.

Kimsenin savaşına karışmıyor, kimseyle savaşmıyor, barışın temsilciğini yapıyorduk.

Bir de, Erdoğan’ın, “Kahire, Gazze, Şam üçgeni” üzerinden Ortadoğu’nun padişahlığını ele geçireceğini sanmasından sonraki durumumuza bakın.

İçerde devlet çöktü, yargı diye bir şey kalmadı, yolsuzluk tarihimizde görülmemiş ölçüde arttı, kendi şehirlerimizi bombalıyoruz, terör her yanda kol geziyor, derin devlet daha da derinleşerek hortladı, ekonomi her gün biraz daha geriye gidiyor, turizm durdu, ihracat ve sanayi geriledi, ülke kin ve öfkeyle gerildi, Ortadoğu’dan sille tokat kovulduk, Suriye’de en küçük bir söz hakkımız kalmadı, Avrupa Birliği hayalleri söndü, dünyanın gözünde IŞİD terörünün destekçisi olduk, medya battı, fikrini söyleyeni hapse atıyorlar, bizim burada yargılayamadığımız hırsızlar Amerika’da yargılanıyor, Türkiye’nin yöneticilerinin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasından söz ediliyor, ülkenin cumhurbaşkanıyla ilgili dünya medyasında hergün alay eden yazılar çıkıyor, Türkiye’nin dünyanın hiçbir yerinde itibarı yok.

Daha mı iyi oldu?

Memnun musunuz?

Bir zamanlar , en kanlı düşmanlar arasında arabuluculuk yapacak kadar ağırlığımız olan Ortadoğu’dan sopayı yiyerek çekiliyoruz.

Erdoğan nakavt olduğu yerden kalksın, “Rusya büyük devlet” demecini de patlatır.

Bazıları böyledir.

Akılları başlarına ancak sopayı yeyince gelir.

Böyle adamları yönetici olarak seçen ülkeler de bunun bedelini rezil olarak, alay edilerek öderler.