Ahmet Altan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görevi bırakma sürecini ve BM’nin Cizre raporunu değerlendirdi.

Altan, “Anayasaya uymayan”, bütün yasaları çiğneyen, kendi milletvekillerinin açıklamasıyla yargıyı da ele geçirdikten sonra yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tümüyle denetimi altına alan Tayyip Erdoğan, bir diktatörün bütün yetkilerine ve gücüne “gayrımeşru” bir şekilde sahip” ifadelerini kullandı.

Ahmet Altan’ın Haberdar’da yayınlanan yazısı şöyle:

Lord Acton’un o meşhur sözü, “mutlak gücün mutlaka bozduğunu” söyler.

Sanırım buna bir ekleme yapmak da mümkün:

Mutlak güç, mutlaka korku getirir.

“Anayasaya uymayan”, bütün yasaları çiğneyen, kendi milletvekillerinin açıklamasıyla yargıyı da ele geçirdikten sonra yasamayı, yürütmeyi, yargıyı tümüyle denetimi altına alan Tayyip Erdoğan, bir diktatörün bütün yetkilerine ve gücüne “gayrımeşru” bir şekilde sahip.

Merasim töreninde yere serilecek halının renginden, Çamlıca’ya yapılacak caminin minaresine, kupon arazilerin kime satılacağından televizyonlardaki yemek programlarında neler anlatılması gerektiğine kadar her konuya karışıyor… Her istediğini yaptırıyor.

Sevgili muhtarlarıyla düzenlediği büyük toplantılarda hedef gösterdiği insanlar ya tutuklanıyor, ya silahlı saldırıya uğruyor.

Genellikle de ikisi birlikte oluyor.

Anlaşılan her kesim emri kendine göre alıp harekete geçiyor.

Medya emir altında.

Büyük bir kısmı doğrudan ona bağlı.

Bir kısmı “tarafsız” gibi yandaşlık çabalarına hız vermiş.

Ulusalcı medya, Ergenekon’la birlikte Erdoğan’ın yanında saf tutmuş.

Birkaç dürüst gazeteyle, direnmekten vazgeçmeyen internet siteleri ve buralarda çalışan cesur insanlardan başka kimse kalmamış medyada.

AKP ise artık tümüyle parti olmaktan vazgeçmiş, Erdoğan’ın getir götür işlerine bakan “ofisboy”lar topluluğu.

Ülkede, ne kadar akıl dışı olursa olsun emrine karşı çıkabilecek bir devlet görevlisi yok.

Oylarını artıracağını düşünürse istediği şehri yerle bir ettiriyor.

İstediği insanları yaktırıp öldürüyor.

Daha yeni, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Prince Zeid Ra'ad Zeid al-Hussein, Cizre’de etrafları sarılarak yakılan yüzden fazla insan olduğuna dair tanıklıklar bulunduğunu söyledi ve “bağımsız bir soruşturma ekibinin” bölgede araştırma yapmasını istedi.

Astığı astık, kestiği kestik, “akşamları ayran için”den, “üç çocuk yapın”a kadar her alana karışan bir adam.

Ve bu adam kadar çok korkan hiç kimse yok bu ülkede.

Her şeyden ve herkesten korkuyor.

Mutlak güce ve mutlak korkuya sahip aynı anda.

Düşünsenize, Başbakanı Davutoğlu’ndan bile şüphelendiği için adamı “işinden” kovdu, bayağı bildiğiniz “çıkışını” verdi, tazminatsız gönderdi.

Davutoğlu’ndan söz ediyoruz, şu her söylediği söz ertesi gün Erdoğan tarafından tekzip edildiğinde lafından dönen, “önderimiz, liderimiz, kurucumuz” diye her suça iştirak eden adam.

Türkiye tarihinin belki de en kanlı döneminin sorumluluğunu sırtlamayı kabullenmiş biri.

Erdoğan öyle korkuyla dolu ki ondan bile şüphelenip kovdu.

Belki de ilk kez, AKP’nin “tabanı” değilse de “tavanı” çatladı…

Tavan, “ne oldu, niye attınız bu adamı” diye sordu ve galiba ilk defa Erdoğan’ın kim olduğunu, ne olduğunu, ne istediğini açıkça anladı.

Anladıklarını söylemeyi sürdürecekler mi yoksa “yanlış anlamışız” diye yeniden Erdoğan’ın sadık hizmetkarları mı olacaklar, onu şu anda bilemiyoruz.

Ama sallandıkları yüzde yüz.

 “Mutlak” sadakat isteyen, yüzde yüz biat talep eden Erdoğan’ın adamları “eski kapı yoldaşlarını” tehdit etmeye başladılar bile.

Çünkü iktidara doyamıyorlar ve mutlak güçten başkasına razı olamıyorlar.

Korku başka türlüsüne izin vermiyor.

Sanırım, Erdoğan’ın siyasi sonunu bu “mutlak korku” getirecek.

Yavaş yavaş çevresindeki herkesten kuşkulanıp temizlemeye, her seferinde yerlerine daha yetersiz insanları getirmeye başlayacak.

İçinde biçer döver olan bir elektrikli süpürge gibi yakınlarındakini parçalayacak.

Uzaktakileri zaten parçalıyor.

Ülkeyi paramparça ediyor.

Galiba “yasaları çiğneyen” insanlarda ortak özellik bu.

Narcos diye bir dizi var, bilmem izlediniz mi…

Kolombiyalı ünlü kokain kaçakçısı Escobar’ın hayatını anlatıyor.

Medellin kentinde sıradan bir kaçakçıyken “kokain” işini keşfedip hızla büyük patron oluyor.

Ona bağlı ağlar sadece kendi ülkesini değil Amerika’yı da boydan boya sarıyor.

Günlük kazancı 60 milyon dolara varıyor.

Paraları koyacak yer bulamadıkları için çoğunu toprağa gömüyorlar, hala Kolombiyalı çiftçiler tarlalarında naylonlara sarılmış dolar balyaları buluyor.

Kolombiya ordusuyla eşdeğerde bir ordu kuruyor kendisine.

İstediği zaman ülkede içsavaş çıkartıyor ve Kolombiya ordusu onun ordusuyla baş edemiyor.

Bütün ülkeyi suikatlerle, sabotajlarla, bombalarla alt üst edebiliyor.

İş o hale geliyor ki Kolombiya “başkanı” olmak istiyor, “bu ülkeyi ben yönetmeliyim” diyor ve kendisinin herkesten daha iyi yöneteceğine de samimiyetle inanıyor.

Escobar’ın felaketine giden yol bu “başkanlık” sevdasıyla başlıyor.

Sadece Kolombiya devleti değil dış dünya da böyle bir adamın “başkan” olmasının nelere mal olacağını fark ediyor.

Escobar’ı sıkıştırmaya başlıyorlar.

Ama o hala çok güçlü.

Tarihte eşi olmayan bir anlaşma yapıyor devletle, “teslim olurum ama kendi hapishanemi kendim yaparım, kendi gardiyanlarımı kendim seçerim, siz de hapishaneme üç kilometreden fazla yaklaşamazsınız” diyor.

Devlet razı olmak zorunda kalıyor.

Ama bu devleti bile dize getiren “mutlak güç” yavaş yavaş mutlak bir paranoyaya dönmeye başlıyor.

Kendisine bağlı mafya babalarından her seferinde daha fazla “pay” istemeye koyuluyor.

Bu da yetmiyor.

“Haracı verirken mutlu muydu yoksa şikayetçi bir hali mi vardı” diye soruyor.

Haracı “mutlu” bir şekilde ödemediğini düşündüklerini de öldürtüyor.

Derken, kendisi hapishanedeyken dışarda onun adına işleri yürüten çok eski iki dostundan şüphelenmeye başlıyor, günde altmış milyon dolar geliri olan adam, dostlarının kendisinden “üç yüz bin dolar çaldığını” iddia ediyor.

İkisini birden gözlerinin önünde öldürtüyor.

Ondan sonra da iflah olmuyor zaten.

Mutlak güç isteği, mutlak korku ve kaçınılmaz sonucu paranoya bütün “imparatorluğunu” paramparça ediyor.

Çocuğu bugün başka bir ülkede başka bir isimle yaşıyor.

Mutlak güç mutlak korku yaratır.

Bugün bizim siyaset dünyamızda, yasasızlık, gayrımeşru güç ve para, mutlak iktidar, mutlak korku ve artık başlayan “dost” kıyımı dönemi yaşanıyor.

Daha önce de söylemiştim şimdi de söyleyeyim.

Bu durmayacak.

Şiddet sarmalı gittikçe hızlanarak tırmanacak.

Sadece düşmanlarını değil dostlarını da yiyecek.

Büyük bir paranoyadan ve şiddetten geçeceğiz.

Erdoğan’ın “anayasaya uymayacağını” açıklayarak yasalarla ilişkisini kestiği günden itibaren Türkiye bir felakete süratle yaklaşıyor.

Ama Erdoğan da siyasi hayatının sonuna aynı hızla koşuyor.

Bu panikten, bu korkudan, bu mutlak biat isteğinden ülkelere bir hayır gelmiyor ama bunu yapanlara da bir hayır gelmiyor.

Hem Türkiye için hem Erdoğan için en iyisi onun yeniden anayasal sınırlar içine dönmesi ama galiba bunun için artık çok geç.

Sanırım kötü bir piyesin son perdesini seyrediyoruz.

Bedeli biraz ağır oluyor ama…

Biteceğini bilmek gene de iyi.