Demokrat Yargı Eşbaşkanı Yargıç Orhan Gazi Ertekin / Radikal

 

Türkiye ’deki egemen adalet/adliye perspektifi bir yandan ayrıntılı gündemler içinde doğrulanmaya devam edilirken diğer yandan da entelektüel “derinleşme”sini sürdürüyor. En son katkı 1 Mayıs 1977 Katliamı üzerinden Halil Berktay’dan geldi. Berktay, “sol içi şiddet kültürü ve çatışma olmasaydı 1 Mayıs 1977 olayı yaşanmazdı” diye -bir ara- bir söz sarf ediyor. Birazcık tefekkür ihtiyacını giderdikten sonra sözlerini bir beyan olmaktan çıkartıyor ve “bilimsel analiz”e doğru terfi ettiriyor. “Ben tarihçi olarak olgularla ilgilenirim. ‘Siyasi yarar’ ile ilgilenmem” diye ekleyerek bilimsel bilgi tartışmaları ile ilgisinin ne kadar acınacak vaziyette olduğunu gösteriyor. Ve en nihayet gerçeği ve sadece gerçeği aradığına ve kendi kendisini “put kırıcı yeni bir söz” söylediğine inandırarak bir mesaisini daha saadetle tamamlamış oluyor. Ne mutlu ona!

 

Doğrusu son yüzyıllık adalet ve hukuk arayışlarımıza karşı kurulan barikata en naif ve ilkel katkının Berktay’dan gelmesi insanı hakikaten şaşırtıyor. Berktay’ın Türkiye’de şiddet ve adalet tartışmasına dair bu güncel sözlerinin önemi, beklendiği gibi entelektüel derinliğinde değil sıradanlığında.

 

Berktay’ın sözleri, hakikatte, muhafazakâr sağın adalete ve giderek hukuk, yargı ve adliyeye dair son 60 yıllık tarihi ilerlemesinin sadece yüzeydeki köpüğü. Bu nedenle Berktay’ın yavanlığını, yüzyıldır makul ve dengeli bir adliye ve hukuk pratiği üretilmesinin yolunu tıkayan ve epeydir hakimiyetini sürdüren o dip dalgaya yerleştirerek tartışmanın artık şart olduğunu görmeliyiz.

 

AH O KOMÜNİSTLER

Berktay’ın bugün köpürttüğü “muhafazakâr adli perspektif”in kökleri 1940’lı yıllara kadar uzanır. Komünistlerin her ciddi suç fiilinde parmaklarının olduğuna dair bir kriminolojik teşhis, o yıllarda yükselmişti. Nitekim 6-7 Eylül olaylarında bu “keşif” bir kez daha kullanıldı. Dönemin “komünistleri” de bu refleksi çok iyi bildikleri için, her ciddi olaydan sonra bavullarını hazırlamaya koyulurlardı. Aziz Nesin’in anıları bu konuda öğreticidir. Bugünün “yeni iktidar”ı ise adalet ve hukuk anlayışına resmi bir tecrübe kazandırırken söz konusu geleneği üstlendi ama daha ayrıntılı, somut ve hatta bilimsel derslere dönüştürme yolunda emin adımlarla ilerliyor. Birincil ders şu idi: Türkiye ’deki hukuk ve adaleti yerli yerine oturtmak için öncelikle devlet şiddeti ile solun şiddeti arasındaki tutarlı ve birbirini tamamlayan ilişkiyi görmek gerekiyordu. Sol şiddet, devletin araçsal bir parçası oluyordu böylece. Bu ders solun bütün mağduriyet gündemlerini tersine çevirmeyi ve “mağdurları” birer “fail” olarak yeniden inşa etmeyi zorunlu kılıyordu. Bu noktadan devam edildiğinde Türkiye ’de katliamlarla hesaplaşma ve dahası adalet ve demokrasi talebi, solun derin devlet ile ilişkisini açığa çıkararak mümkün hale geliyordu ve nihayet tüm bu dersler bugünün yaygın “iddianame kalıpları”na da aktarıldı. “Hrant’ı Taşnak’ın öldürdüğü, Sivas katliamını PKK’nın yaptığı, Maraş katliamında sol örgütlerin parmağının olduğuna” yönelik popüler ifşaatlar, Türkiye ’deki katliamlar alanının adli takibinde de karşılıklarını buluyor ve devletin adalet borcu, her bir olayda solun parmağının bulunmasına yönelik bir bulmacanın çözülmesi sorumluluğuna dönüşüyordu. Bütün bu kurguların trajikliği, katliam muhataplarının “mağdur”dan “fail”e dönüştürülmesiydi şüphesiz. Bunu ise ülkenin şiddet ile girdiği tarihsel ilişkinin karmaşık ve çok katmanlı ortamını tuhaf bir mantıksal sıçramayla bir “fail” tarifine dönüştürerek yapıyorlardı.

 

ŞİDDET İLE HESAPLAŞMAK

Şimdilerde bu sürecin en tehlikeli ve bir o kadar da yavan sonuçlarıyla her yerde karşı karşıyayız. Entelijansiya içinde egemen düzen lehine çalışan ideolojik bir şiddet eleştirisi giderek popülerleşiyor. Buna göre, şiddet, toplumumuzun ve geleneksel aktörlerin dışından hayatımıza getirilen “saf bir canavarlık” olarak resmediliyor. Böylece toplum ve merkezi aktörler giderek masumlaşırken merkez dışı aktörler ise şeytanlaşıyor ve marjinalleştiriliyor. Bu yaklaşım kurulu düzenlerin ve aktörlerin şiddetten bağışık kılınmasına, saflaştırılmasına ve hatta kurulu toplumsal düzenin bir “barış havzası”na dönüştürülmesine yol açıyor. Oysa, şiddete dönük bütünlüklü ve toplumsal bir analiz yürütmeye çalışanlar, “kurulu düzen”lerin bir şiddetsizlik hali değil bir örgütlü şiddet hali olduğunu, o düzenlerin eksiksiz bütün aktörlerinin de şiddet festivalinin bir parçası olduğunu görür. Biz devlet adamlarımız-kadınlarımızdan bu seviyede gerçekçi bir bakış beklemiyoruz şüphesiz. Fakat entelektüellerin devlet şiddeti ile ona yönelen gündelik şiddet arasında herhangi bir tarihsel ve ahlaki farkın olmadığını anlaması, bir akletme işareti sayılır en azından. Ayrıca ahlaken de kendilerini kurtaracak yol burasıdır. Tersi, çok çocukça ve yapay bir şiddet eleştirisi olur ki, devlet ve toplum içindeki şiddetin yaygın dağılımını hiç görmeksizin gündelik -ve sola dönük- bir şiddet eleştirisi inşa etmeye çalışmanın bilimsel başarısı olmaz. Şiddete böyle bir yapay bakışın siyasal şiddetin ideolojik bir unsuruna dönüşme ihtimali ise çok yüksektir. Tıpkı Berktay’ın yaptığı gibi...

 

Bir şiddet hesaplaşması sorunun karmaşıklığı ve çok katmanlılığını görmeksizin ilerlerse eline sadece şiddet kapasitesi en zayıf olanı geçirir. Şiddet tekeline sahip olanın şiddete en uzak olana yaptığı bir şakadır bu. Fakat, ironi gerçeğin kendisine dönüşür. Mağdurun failleştirildiği bu zihniyet dünyasında, mağdurun ortamı, sözü ve hareketleri bir mantıksal sıçrama ile hemen “failin eylemi” haline getirilir. Tıpkı Berktay’ın, 1 Mayıs katliamının “ortamı”nı tanımlarken “faili”ni tarif ettiğini zannetmesi gibi. Tabii ki bu sadece bilimsel yöntemin ihlali değildir. Makul bir adalet ve hukuk uygulamasının da engellenmesidir.

 

ADALET VE HUKUK İNŞA ETMEK

Şiddet ve adalet arasında böyle bir zihinsel kurgu oluşturduğunuzda o siyasal yapı içinden türeyen “adli perspektif” de kaçınılmaz olarak mağdurun kriminalleştirilmesinin peşine düşer: 12 Eylül iddianamesini hazırlarken bile 12 Eylül darbesini haklılaştıran tespitlere girişir, “derin devlet” soruşturması yaparken sol hareketleri ona raptiyeler ve solun mağduriyetleri karşısında dahi derin bir nefret hissi ile adaletini inşa eder.

 

Bakın! Bilesiniz ki bu da şiddetin bir türüdür! Dolayısıyla daha trajik olan şey, bir dönemin şiddet hareketlerinin hesabının sizden sorulması değildir. Adalet arayışımıza dair gündemlerin bile aleyhimize işlevselleştirilmesidir ki, son dönemlerdeki adliye uygulamalarının tarih nezdindeki özgünlüğü buradan geliyor. Bu aşamadan sonra 1 Mayıs ve Maraş Katliamı davaları ile 12 Eylül Darbeci yargılamaları dahi rahatlıkla yürütülebilir hale gelir. Çünkü güncel egemenlerin bu davaların bile müştekisi haline geldiği ideolojik altyapı hazırlanmış olur ve iktidarın eylemi “demokrasinin tahkimi” olarak sunulabilir hale gelir. Böyle bir yaklaşımdan ne ahlaki ne hukuki ne de politik bir arınmanın çıkmayacağı kesindir. Hukuk ve yargının ideolojik ekseninin yenilendiği yeni bir “dikta adaleti” ile yola devam edersiniz. Fakat, bu dikta hukukunun Berktay minvalinde karikatürleşip gülünçleştiği ölçüde iktidarının ancak bir köpük kadar kalıcı olacağı da kesindir.

 

ORHAN GAZİ ERTEKİN:  Yargıç, Demokrat Yargı Eşbaşkanı