“Hrant Dink’i öldürenlerin de öldürtenlerin de Allah belasını versin”

 

Belki de en beklenmedik çıkışını yaptı, Hrant Dink’in öldürüldüğü dönemin İstanbul Valisi, bugünün AK Parti milletvekili Muammer Güler. Ama bir sormak lazım, bu bedduasında “öldüren” derken sadece kurşunu sıkanı, “öldürten” olaraksa yalnızca azmettireni mi kastediyor acaba? Ne de olsa öldürmenin de öldürtmenin de pek çok yolu var bu ülkede.

 

Mesela yollara vurur insan, karşısındakini öldürmek istediğinde. Asla gidilemeyeceğini bildiği yollara. Ucu görünmeyen sonsuzluğa uzanan bir düz çizgide yürütür kurbanlarını. Gözün görmediği, aklın hayal edemediği.

 

Bu rota her adımda daha da karmaşıklaşır, labirentleşir, yer yer karanlıklaşır. Ama yoldakiler kararlıdır. Hayatta ve ayakta kalacaklardır. Kimi zaman ani kavislerle kesilir önleri, kimi zaman yüzlerce metrelik uçurumlar çıkar karşılarına. Hiçbiri durduramaz da onları, bir arpa boyu yol alamadıklarını gördüklerinde önce umutları düşer yüzüstü. Ardındansa kendileri. Tek yürek olmuş geniş kitleden geriye yol üstünde bir avuç kalmıştır.

 

Yolun kenarında günahkarlar bu uzun konvoya başından beri kıs kıs gülerek bakarlar. Onlar iyi bilirler bu işin sonunun hayır olmadığını. Ama seslerini çıkartıp “hayır” da demezler. Kendilerine düşen sus payını toplarken şu soru takılır akıllarına: Başlarına gelecekler bilinmesine rağmen neden yolda yürütülmüştür bu kadar insan? Ama onlar da bilmezler ki bu kararı verenler, minareyi çalarken kılıfını hazırlamışlardır. Bürokrasi böyledir işte, yorar, zorlar, bitirir insanı. Ama her zaman kendini aklayacak bir “son çözüm” buluverir.

 

Ya da karanlığa vurur insan, karşısındakini öldürmek istediğinde. Kapılar kilitlenir, bir perde çekiliverir pencerelere. En kalınından, en koyu kırmızısından. Yüzü görünmez adamlar bir araya gelir içerideki odalarda. Hiçbir zaman yan yana gelmez denilen adamlar. Herkesin hemfikir olduğu bu masalarda kenara konulan ilk şeydir vicdan. Önemli olan işleyişin yürümesidir ne de olsa. Politika böyledir işte, farklı yüzleriyle çıkar kendisine her bakana. Halbuki yüzü tektir o koltuğa oturanın. Kendini ne kadar farklı anlatırsa anlatsın.

 

Bu karanlık dünyada “büyükler” ne aç bırakır içeridekileri, ne susuz, ne de havasız. Ama ışık olmadan ekmeğin de, suyun da, havanın da tadı olmaz ki yaşayan için. Bilginin de tabi. Zaten bilgi de bilgi olmaz ışıksız kalınca. Gözün görmediği, yazının okunamadığı karanlıkta sadece “büyüklerin” ortaya attığı fısıltılar dolaşır. Doğru mudur sözleri? Hepsi değil ama bazıları. Maharetle harmanlanmıştır yalan ile gerçek. Kaynağı belli olmayan bilginin alimliği kabul edilmese de, insan kendi aydınlarını yaratıverir bu süreçte. Güneş görmemiş “aydınlar”ını. Sadece büyükleri kulaklarına fısıldadıklarında konuşurlar bu nedenle. Karanlıkta oldukları için görmezler yanı başlarındaki cansız beden(ler)i.

 

Zamanın sessizliğine de vurur insan, öldürmek istediğini. En güçlü silahıdır suskunluk. Önce kendinden başlar. Açmaz ağzını bu amacını gerçekleştirmek için. İçindeki çığlığı bastırır, “yüksek çıkarlarıyla” örter vicdanının üstünü. Kendini, hayatta kalmak için tek şansının bu olduğuna inandırır. Ve bu inançla kavurduğu suskunluğu, “susturma”yı da yaratır. Kendi içindeki haykırışlar yok oldukça dışarıdan gelenlere de tahammül edemez olur. Medyadaki gibi. Hızla marjinalleştirir karşısındakini, ötekileştirir. Yıkmaya, ortadan kaldırmaya çalışır sesi çıkanları.

 

Baktı ki insan, susmak istemeyenler varsa hala, birkaç suçluya indirgeyiverir sorunu. Bu işe bulaşmış en “görünür” günahkarları bulur. Masum değillerdir, evet ama bütün suç yıkılamaz üstlerine aslında. Onlar sadece karanlık sistemin hasatlarıdır. Böylece eller, asla “bir bebekten katil yaratan zihniyete” uzanmaz. Uzanmak istemez. Yargıda olduğu gibi. O ellerin kime ait olduğu da, başka nereleri de tuttuğu da sumen altı ediliverir.

 

Ve sonunda, bir insan karşısındakinin canını aldığında ilk yaptığı şeydir gözlerini kapatmak. İşlediği günahın büyüklüğünü bilse de gözler kapanınca, sanki sorun da ortadan kalkıverir. Halbuki neler görmüştür o kısacık anda.

 

Gözbebekleri kan bürüdüğünde, sevinç çığlığı atanlar olmuştur içinde. Kıpkırmızı gözlerle hatıra fotoğrafları çektirenler, “kahramanlıklarını” ölümsüzleştirenler ortaya çıkmıştır. Ne de olsa varlığını büyük bir tehlikeden daha kurtarmıştır, binlerce yıldır olduğu gibi. Yeni bir mit yarattığına inanmak ister o kitle. Günaha bulanmış her halk gibi. Ama ölüm meleği soğuk nefesini hissettirip amacına ulaştığında, karşısındaki(ler) öldüğünde ortaya çıkan fotoğraf, yapanları bile utandırır. Kapatır gözlerini, cansız beden(ler)i biri kaldırana kadar.

 

Ve son aşamada unutur insan, gerçekten öldürmek istediğini. Can(lar)ını alsa da tamamen kurtulamamıştır. Madden olmasa da manen hala varlığını sürdürmektedir hayatını kaybeden. Gerçek ölüm-kalım savaşı da tam o an başlar. Azrail giyer unutkanlık cübbesini. Sesini çıkartmaya çalışanın, unutma sürecini bozmaya girişenin başına geçirir orağını var gücüyle. Eğer başarılı olursa hayatını kaybeden(ler) o zaman ölür kelimenin tam anlamıyla. Ama unutulmamış(lar)sa, her zaman aramızdadır(lar) artık. Hrant Dink gibi… 1915 kurbanları gibi…

 

Bu nedenle belki de Muammer Güler bedduasını şu şekilde etmeliydi: “Onları unutanın da unutturanın da Allah belasını versin!”