Hayatının kıyısından geçtiğiniz insanlar olur, bir an öylesine varmışsınızdır oraya, orada olmanızın da başka başka nedenleri vardır, ‘ama olsun’ dersiniz, hayat içinde çoğalmak da böyle bir şey değil midir? ‘Merhaba’ dersiniz öncesinde, o da sizi kucaklayarak ‘hoş geldin oğlum’ der. Bir an bedenin sarsılır; ’hoş geldin oğlum’...

Üç kelime bir cümle, o kadar derinden gelir ki, bir an sarsılırsınız, bedeniniz ürperir, ağzınızda kelimeler zincirlenir adeta.

İşte Sabri Hoca/Amca’yı böyle bir günde tanımıştım. Sabri Uğraş eğitim emekçisiydi. Mahpuslukta birlikte zaman küçülttüğümüz sevgili Nihat’ın babasıydı. Mahpusluktan sonra yolumu Nusaybin’e çıkaran da Nihat oldu elbette. Sultan Ana ile tanışmıştım, daha çok Sultan Ana ile konuştum ben, Sabri amca daha sakin ve suskun olurdu. Sultan Ana’dan Sibel ve Serdar’ı dinledim, yüreğimin en ulaşılmaz yerinde saklayarak. Kendin bildiğin özlemler, hayaller içinde birlikte yürek yüreğe yürümek varken, taşa, toprağa bırakmak o iki güzel insanı, bunu yaşamak kahırdır.

İlk Nusaybin sokaklarını o zaman tanıdım, sonra “sınır” denen o garabet şeyi ilk defa orada yaşadım. Hani Ahmet Arif’in 33 Kurşun şiirinde;

“Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız”

yazdığı gibi bir yerdeydim. Uzayıp giden tarlaları ayran tel örgüler arasında mayınlı tarlalar, ayaklarımın birisi bir mezarlıkta, diğeri kaç bin yıllık bir üniversite harabelerinde... Sonra mezarlık içinde kayboluyorum; Serdar Uğraş, bir insan bu kadar mı erken düşer, bu kadar mı güzel kalır bu taşların üzerinde her zaman. Oysa ne hayalleri vardır Serdar’ın tıpkı yanı başında uyuyan asi ablası gibi. Bu harabeler için, elbette o da okumuştu 33 Kurşun şiirini ve onun da içine sinmemişti bütün bu tel örgüler, sınırlar.

Hani derler ya, yaşadığın yere benzersin diye. Yaşadığın yere benzemek böyle bir şey midir? Kaç bin yılın ayak izleri birlikte dolaşırdı Nusaybin’in sokaklarında. Sabri Hoca ile, Uğraş ailesi ile bu tanışmamdan sonra bizim yüreklerimiz de hep birlikte yol almaya başladı hayat içinde. Zaman zaman birbirimizden çok uzak da düşsek biliriz ki, o yürekte yan yana dururuz. Dün Sabri Hoca/Amca’nın ölüm haberini okuyunca yüreğim bir daha kabardı. Acı ile kabardı, hüzün ile kabardı, özlem ile kabardı. Hani demiştim ya, ilk merhabamızda ta ötelerden gelen bir “ah” işitmiştim diye. Derinliklerine inmeye korktuğum o bir “ah!”. Şimdi daha iyi anlıyorum ne kadar derinde.

Bahar yüzlü iki güzel çocuğunu gelincikler ile komşu olmaya bırakmışsın erkenden, birisi adressiz hayatlara devam ediyor, sevgili yaşam arkadaşın, eşin sürgün bir hayatta, diğer çocuklarının parçalanmış hayatları...

Bir bedende bu kadar mı birikir acılar? Bunu bir insan nasıl kaldırabilir, benim yüreğim bunları kaldıramadığından çok giremem bu yolculuğa. Ama derim ki her şey zaten Nusaybin’in sokaklarında, tel örgüler ile parçalanmış tarlalarında, harabelerinde gizli.

“Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...”

Güle güle Sabri Uğraş, dilerim yüreğin biraz da olsa hafiflemiştir şimdi...