Biz futbolcular tavukları gibiyiz, tüm hareketlerimiz kontrol altında, her zaman katı kurallara tabiyiz; bütün yaptıklarımız devamlı tekrarlanan hareketlerden ibaret.”-P. Gascoinge

Tekrarlanan mekanik hareketler, saha içi didişmelerin ürettiği kontrollü bir oyun ve bunun gösterinin futbolu olarak pazarlanması endüstriyel futbolun tanımı olsa gerek. Gösterinin futbolunun maçlarını üreten bir fabrikada emeklerini en yüksek verimi üreterek satan ve bunu yeniden üretmek zorunda olan endüstriyel futbol işçileri futbolcular…

Premier Lig, bugün futbol dünyasının en önde gelen ligi konumunda. 1992–93 yılında kurulmasından bu yana birçok yönüyle diğer ligleri de etkisi altına almaya başladı. “En iyi futbol” un oynandığı lig olarak sıkça öne çıkartılan ligde artık birer makine haline gelmiş takımları izliyoruz. Yabancı oyuncuların ülkeye gelebilmesindeki FIFA sıralamasında ilk 70 ülkelerin milli takımlarında yüzde yetmiş beş oranında oynama şartı bile birçok şeyi gösteriyor: Yani liglerine en iyi oyuncuların gelmesini istiyorlarsa, şöyle bir algıdan söz edebiliyoruz: “en iyi futbolcular milli takımlarında istikrarlı oynayan futbolculardır”. Bu aslında şunu gösteriyor: istediklerinin yetenekli bir futbolcular olmadığını. Tam da “istikrar” la açıklayabileceğimiz bir makinenin dişlisini Premier Lig’e getirebilmek.

Örneğin Premier Lig’de Everton ile Fulham arasındaki futbolun farkından bahsetmek zor. Premier Lig’de nasıl makine gibi oynadıkları değil de, neleri yapamadıklarına bakmak gerekiyor. Basit bir orta saha analizi yaparsak: Premier Lig’de oyunun iki yönünü de oynayabilen orta saha oyuncusuna veya ‘on numaraya’ pek rastlayamazsınız. Fakat defansif özellikleri yanında ileriye koşular yapabilen savaşkan orta saha oyunlarına her takımda bulabilirisiniz. Franz Beckenbauer, (futbolda ilk kez defanstan ileriye 40–50 metrelik drippling’i icat etmişti) tarzında bir defansın veya Ronaldinho gibi bir on numaranın Premier Lig’deki herhangi bir kulüpten yetişebilmesi, hatta bu tarz bir oyuncunun bu ligde oynayabilmesi neredeyse imkansız.

Premier Lig diğer liglere bir dayatma ilişkisi içinde: Premier Lig üzerinden endüstriyel futbolun sömürüsünün dayatılması. Bu noktada sahadaki oynanan futbol da, kapitalizmin küresel sömürüsünden bağımsız şekillenen bir eğilim taşımıyor. Fiziki gücün öne çıktığı, sert ve maç boyu ikili mücadelelerin didişmelerden öteye gitmediği, oyuncuların mevkilerine çakılı oynamak ve sadece ona verilen görevi yapmaya odaklandıkları, gösterinin pazarlanmasını izliyoruz. Teknik adına herhangi bir gelişme ya da icattan söz edemiyoruz. Futbolu değerlendirmeleri takımların fiziki kapasitesine göre yapılıyor. Sahada aslında 22 kişiden oluşan bir tek bir makinenin parçalarını izliyoruz.

Endüstriyel futbolun göz bebeği konumunda olan Premier Lig’deki yönetim, kurallar ve oynanan futbol, en iyinin resmi olarak ortaya konuluyor ve birçok ligi de etkisi altına alıyor. Bu noktada Premier Lig’in bu karakteri, diğer liglere de bir anlamda model olarak dayatılıyor. Artık Premier Lig’den transfer edilen bir savaşkan orta saha oyuncusu için, geldiği ligdeki algı, sadece Premier lig’den gelmesinden dolayı bile, futbolu bildiği yönünde oluyor. Tabii aslında geldiği ligde oynanan bir futboldan söz edebilirsek…

YARATICILIK VE LATİN AMERİKA

Günümüz futbolunda oyun tarzları yok oluyor, yaratıcılık minimize oluyor, bu körelmeyle beraber ‘robotlaşmış’ oyuncular da çoğalıyor. Takımların formalarını değiştirseniz, artık hiçbirini tanıma şansınız yok. Endüstriyel futbolda kazanmaktan başka hiçbir çarenin olmadığı vurgusu dönüşümde etkenlerden biri. Buna, sporcunun performansını sürekli (aynı zamanda sınırsız?) artırmaya yönelik bütün çalışmaları da ekleyebiliriz. Yani sporun tekno-bürokratik niteliği.

Bununla ilişkili olarak bio-iktidardan bahsetmemiz gerekiyor: Bio-iktidar, kapitalizmin vazgeçilmez unsurudur ve yaşama iki türlü müdahalesi vardır, bunlardan birincisi (özellikle futbolla ilişkili olarak) bedene makine olarak yaklaşır ve bu disiplinci iktidardır. Bedenin disipline edilmesi, yeteneklerin optimize edilmesi ve daha verimli hale getirerek ekonomik denetim mekanizmalarıyla bütünleşmesine neden oluyor. Foucault’a göre bu, insan bedenin anatomi-politiğidir.

Endüstriyel futbolun profesyonel oyuncuları artık başarıya odaklanmış, kulübündeki oyunuyla, reklamlarıyla sürekli kar getiren ve her gün, bir tarafıyla da disiplinden taviz verilmediği (askeri pratikleri hatırlatan) antrenmanlarla bedenlerinin denetimi sağlanıyor. Artık futbolcunun ne zaman sakatlanacağıyla ilgili antrenman programları kullanılıyor ve sahada birer ecza dolabına dönüşen hareketli reklam panolarını izliyoruz.

Oyunun izleyenlere bir tarafıyla ilham veren ‘estetiği’ artık konu değil. Seyircilerin odağı burası değil. Artık takımlarının ne kadar ‘yıldız’ aldıkları, kulübün nasıl yatırım yaptığı, başkanlarının söylemleriyle, futbolcuların maaşlarıyla vb. ilgileniyor. Bu süreç oyun taktiklerinin evrimini de içeriyor. Genelde, 2–3-5’ten, 4–5-1’e (anlayışa göre 5-4-1) olan eğilim olarak açıklanıyor. Tabi burada rakamları fetişleştirmeyeceğimizi söyleyelim. Vurgulayacağımız şey, bugün ‘Açık’ oyundan bahsetmenin bile ne kadar zor olduğu. Taktikler ‘ürkek’ bir oyuna eviriliyor. Orta sahada iki ceza sahası arasında alanı kat edebilen, mücadele gücü yüksek, ikili mücadelelerde didişmeyi iyi yapabilen, ‘savaşkan’ orta saha oyuncuları var artık. 10 numarayı mumla arayacağımız bir eğilimin içindeyiz. 2012 şampiyonlar Ligi şampiyonu Chelsea’nın yarı finalde Barcelona’yla 2–2 kalıp, elediği maçta topla oynama oranı %28’di. Yine, Mourinho’nun Inter’in başındayken Barcelona’yı elediği Şampiyonlar Ligi yarı final maçında (2010’da), Inter’in topla oynama oranı yüzde 16’ydı.

Futbolda estetik dediğimizde, ilk aklımıza gelen Latin Amerika’da, bir futbol tarzından söz edebiliyoruz. Bu tarzı, amaca (gol olarak niteleniyor, ama bazen her şey güzel bir pasla başlayabilir!) ulaşmak için mutlaka gerekli olmayan, fakat oyuna zarafet katan hareketlerin oluşturduğu bir üslup diyebiliriz. Latin Amerika, iklimiyle, sömürgecilikten kalma Avrupa bağlarıyla, direnişleriyle Avrupa’dan farklı bir eğilimde oldu, olmaya da devam ediyor. Bu oyun tarzı, izleyenlere karşı zarif oyunu ve zaman zaman da bununla bütünleşen bir şenliğe karşılık geliyor. Örneğin, Latin Amerikalı oyuncuların maç içinde gol sevinçleriyle, gülümsemeleri, hislerini mimikleriyle yansıtmaları (bunu benzer olarak Akdeniz’de de bulabiliyoruz) görürken, Avrupa’da (Akdenizli kuzeyli ayrımı yapabiliriz), özellikle kuzeylilerde daha donuk, daha kızgın, gergin yarışmacılar görüyoruz (özellikle Premier Lig’de. Tabi Latin Amerikalı oyuncuları da Premier Lig’de kendilerine benzetebiliyorlar).

Premier Lig’de makinen bir dişlisine dönüşme eğiliminden çok uzaklarda Latin Amerika’nın sahillerinde hala ‘futbol’ oynamaya çalışan, estetik olabilmenin, yaratabilmenin, birçok insanca duyguyu yaşayabilmenin, ‘amac’ın önüne geçtiği çocuklar top oynuyorlar hala, çıplak ayakla…