Yeni taşındığımız, pamuk tarlasının ortasına dikilen sitede, okul dönüşleri üstü başı dağınık hep gülen yüzüyle bir çocuk karşılıyordu beni. Sarışın, göğü taşıyan bir çift gözle dikiliyordu karşıma vakitli vakitsiz. Bir çağlayanın dingin derinliğini taşıyordu sanki çöllerden duyarsız yaşanmışlıklarımıza, insanlığımıza.

Bazen arabayı park edince hemen yanı başımda bitiveriyor bazen de koşarak evin merdivenlerinde yetişiyordu peşim sıra. Yüzündeki sıcak tebessüm uçurumun kenarında açan bir yoksulluğun kayıtlarını siler gibi dağılıyordu hayatı pembe çizgilerle boyayan fırçalardan.

Babası işte, annesi gezmedeyken kendi başının çaresine bakabilen, zamanını apartmanın kuytularında geçiren üç dört yaşlarında bir çocuktu Yılmaz.

Sitedeki çocukların kaba saba şakalarına, bin bir türlü aşağılamalarına karşın gülen yüzüyle dimdik ayaktaydı. Gerçekten de henüz hayatının ilk adımındayken adı gibi yıkılmaz bir karaktere sahipti Yılmaz. Zorbaların dünyasında el yordamıyla yön bulmaya çalışan kırlangıç gibi dolanıyordu bütün boşluklarını kentin, sokak aralarını, saçak altlarını. Soluklanmak istercesine dallarımızda çırpınan yeni tüylenmiş bir serçeyi andırıyordu her hali.

Sonraki günlerde aramızda garip bir dostluk gelişti onunla kelimelere dökülemeyen. Ben elimden geldiğince ona çikolata gibi sevebileceği şeyler getirdim. O mavi gözlerini suskunluğa çevirerek her geliş gidişimde bir ritüele, dostluğa dönüştürdü bu anlamlı bakışlarını.

Yılmaz’ın babası turşu fabrikasında işçiydi, sabahın ilk ışıklarında eski bir minibüs alır götürürdü onu. Bir gün, fazla mesaide turşu kazanlarından düşüp yaralandığını duyduk. Elde avuçta hiçbir şey olmayınca uzun süren sakatlık döneminde eve bakmak annesine düştü elbette. Kadına eş dost aracılıyla bir fabrikada iş ayarlandı. Ufak tefek bir kadın olan Fatma, fabrika ortamındaki çalışma koşullarına alışamadı. Uzun süre sık sık iş değiştirdi durdu. Onun çok ilginç olan lakabını da o günlerde öğrendim. Komşulara: ”Yılmaz’ın annesi nerelerde görünmüyor hiç“ dedim.

Komşulardan biri omuz silkti umursamaz bir şekilde: ”Tık Tık Fatma mı” dedi. İnatla ve şaşkınlıkla ”Fatma“ dedim.

Aynı adam yine aynı umursamazlıkla: ”Eve pek gelip gitmiyor artık“ dedi.

Sonraları kendine bir dost tuttuğunu, evden ayrıldığını duyduk.

Torbalı’nın pazarında saçını başını açmış, güzel giyitler içinde onu gördüğünü söyleyen komşular vardı. Hayal dünyasının sınırlarını zorlayarak bire bin katıp anlatıyordu kurgusal gerçekliği, tanıdık komşular. Anlatıcıların arasında Fatma’nın ev sahibi Şeref de vardı.

Şeref: ”Hoca“ dedi, "Yılmaz’ın annesi birahanelerde çalışmaya başlamış. Kocasını da terk etmiş. Yılmaz’a dedesi bakacak” dedi.

Sonradan öğrendim sakat babasıyla Yılmaz Torbalı’nın yakın köylerinden birinde yaşamaya başlamış.

Sonraki günlerde gözlerim hep Yılmaz’ı aradı durdu. Apartmanların arasında hep çıkıverecekmiş hissine kapıldım olur olmaz. Onun koşup geldiği yer, uzayan bir boşluk olarak kaldı ömrümün karmaşasında. Yoksulluğun yenemediği Yılmaz’ın annesi babası, kısa sürede hızla kaybolan yıldızlar gibi kayıp gitmişlerdi. Kentin dışında başlayan bir ömür denemesi, daha ilk başta; fabrikaların insansız koşullarında dağılmıştı.

Birkaç yıl sonra aynı siteye bu sefer misafir olarak geldiğimde ilk işim Yılmaz’ı sormak olmuştu. Yılmaz’dan herhangi bir haber yoktu. Belki de yine dedesinin yanındaydı, belki de bir yetiştirme yurdunda. Her nerede olursa olsun Yılmaz için içim cız etti. Hayata inatla gülümseyerek bakan sarışın çocuk kim bilir şimdi nerelerde, yaşamın kötü sürprizlerine inatla karşı koymaya çalıyordu.

Şeref “Ha hocam Tık Tık Fatma’nın sonunu okumuşsundur herhalde. Gazeteler çarşaf çarşaf yazdı” dedi.

Ne sonu” dedim, dudaklarımı büküp belli belirsiz bir şaşkınlıkla baktım Şeref’e. Birkaç anlatıcının ağzından dinledim o bildik tanıdık sonu. Hepsi aynı kapıya çıkıyordu, nihayetinde Yılmaz’ın çaresizliğine, yoksulluğuna.

Tık Tık Fatma’yı, dostu önce birahanelerde, pavyonlarda çalıştırmış. Sonra da erkeklere satmaya başlamış kentin uykusuz dipsizliğinde. Alkol kokan birahane masalarında hasadı kaldırıp eğlenme derdindeki hoyrat köylülerin prensesi olmuş, uzun süre bir prenses olduğunu bilmese de.

İçine düştüğü berbat durumdan, yaşanmışlıklardan kaçıp kurtulmak istemiş hep ısrarla. Her seferinde dostu tarafından ağır işkenceler yapılmış kendisine, göğüs uçlarında sigara söndürülmüş. Kaçmak istediği korku filmine döndürülmüş tekme tokat.

Yine böyle kaçmalardan birinde dostu tarafından hunharca öldürülmüş. Ölüsüne günler sonra ulaşılmış, üzerinde ne bir kimlik ne bir adres. Ölümün mor izinden başka bir iz yokmuş açık gözlerinde. Dudaklarında bir oğula hasret kelimelerin ağırlığından başka bir iz bulamamış otopsi yapan doktorlar.

Gözümüzün önünde  yitip giden ömür parçaları gibi binlerce hikâye.

Unuttuğumuz yerde hayat kim bilir kime vuruyor kırbacını.

Sustuğumuz çığlıkta kayboluyor Yılmaz…