“Göç”, “göçmen”, “gönüllü göç” ya da “zorunlu göç” dediğimiz yerinden ettirme, insan olarak varoluşumuzdan beri süre gelen bir olgudur. 

İnsanlık tarihi içinde besin toplayıcı dönemden tutalım, besin üretici döneme ve buradan da modern demokratik toplumsal yapının biçimlenmesine dek, yukarıdaki bu olgusal kavramlar her dönem sosyal yaşantımızın bir parçası oldu.

Gerek Türkiye’de gerekse de dünyanın birçok yerinde, bu yerinden ettirmelerin en yakıcı şekline son günlerde daha canlı bir şekilde tanık oluyoruz. IŞİD saldırıları sonrasında ortaya çıkan göç dalgası ya da yerinden ettirmeler hem göçmenleri hem de göçmenlere kucak açan kesimleri zor durumda bıraktı.

Bu göç dalgalarıyla birlikte ortaya çıkan gelişmeler, beraberinde göçmenlerin beden ve ruh sağlığını tehdit ettiği gibi, göçmenleri kabul eden mevut ülkelerinde sağlıklı bir şekilde yürümesini olumsuz etkilemektedir.  

Devlet gibi karmaşık organizasyonların asli görevleri arasında “mülteci”, “sığınmacı” veya “kayıtsızlar” olarak bilinen göçmenleri, kendi sınırları içinde, insan haklarıyla birlikte, özelliklede beden ve ruh sağlığını koruması gerekir. Bunun paralelinde de ülke içindeki vatandaş ile göçmenler arasında, sağlıklı ilişkilerin gelişimine uygun zemin hazırlayarak, toplumsal barışı sağlaması ise zorunludur.

TÜRKİYE GÖÇMENLERE HAZIRLIKSIZ YAKALANDI

Türkiye’deki göçmenler sorunu, bu güne dek, daha çok içi göçler üzerineydi. Türkiye’nin Kürt sorunundan kaynaklı, Kürt illerinden zorla batı illerine göçertmeler, hem göçertilen Kürtler üzerinde, hem de gidilen yerlerdeki toplum kesimlerinde olumsuz yansımaları oldu.

Cumhuriyet döneminden 1960’lara dek, Türkiye’de göçmenlik meselesi daha çok mübadele biçimindeki nüfus değişimi şeklindeydi. Ancak 1990’lardan sonra Türkiye yakıcı bir şekilde “mülteci” ve “sığınmacı” gerçeğiyle yüzleşti.

1991’de Birinci Körfez Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’in zulmünden kaçan Kürtler, Türkiye sınırına dayandığında, Türkiye yeni bir realitiyle karşı karşıya kaldı.

2011 yılı itibarıyla Suriye’den ve daha sonra da Şengal ve Kobani’den meydana gelen göç dalgaları, bu konuda hazırlıklı olmayan Türkiye’yi yeni bir tutum almaya itti.

Sivil toplum örgütlerinin göçler konusundaki genel bakışı, Türkiye’nin tam bir çaresizlik içinde olduğu yönündedir.  Suriye’den gelen göç dalgası veya Irak Kürdistan Bölgesi’nden gelen sığınmacılar veya kayıtsızlar ile Kobani’de yaşanan trajik gelişmeler sonrası yapılan göçler karşısında, Türkiye’nin ne derece yeteneksiz kaldığını bizzat bu konuya eğilim gösteren sivil toplum örgütleri ifade etmektedirler.

TÜRKİYE’NİN GÖÇMEN KARNESİ ZAYIF

Son dönemlerdeki göçleri yakından takip edip inceleyen sivil toplum örgütleri, Türkiye’nin göçmenler karnesinin zayıflığından söz ediyorlar. Eğer en kısa sürede Türkiye bunu telafi etmezse, daha büyük toplumsal sorunlarla karşı karşıya kalınacağı uyarısında bulunmaktadırlar.

Geçtiğimiz günlerde Ankara’da, İnsan Hakları Derneği (İHD) ”Türkiye’de Göçmenlerin Sağlık Hakkı ve Güncel Sorunlar” adlı paneline Uluslararası Af Örgütü, Türk Tabipler Birliği (TTB), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) ve İHD’nin katılımıyla gerçekleştirildi. Bu kuruluşlar yakın dönemde meydana gelen göçmenlerin durumuyla ilgili hiç de iç açıcı olmayan şeylerden söz ettiler. Oysa hükümetin açıklamalarına bakıldığında her şeyin güllük gülüstanlık gittiği sanılır, ama bu sivil toplum kuruluşları ise veriler ışığında tersini ortaya koymaktadırlar.

Çok ilginç bir veri Uluslararası Af Örgütü’nden geldi. Af Örgütü’nden konuşmacı olarak katılan Volkan Görendağ, Cumhuriyetten günümüze Türkiye’de 50 kişinin “mülteci”, 1,5 milyon kişinin “sığınmacı”, 500 bin kişininde “kayıtsız” olduğunu ifade etmekteydi. Af Örgütü olarak mülteci konumundaki 50 kişiden ancak tek kişiyle karşılaştıklarını, geri kalan 49 kişinin kim ya da kimler olduğu konusunda hiçbir sonuca ulaşamadıklarını, bunların yaşayıp yaşamadığı konusunda da araştırmalarının sonuçsuz kalmasından yakınmaktaydı.

Bu durumda, “mülteci”, “sığınmacı”  ya da “kayıtsız”lar dediğmiz bu göçmen kategorilerinin Türkiye’deki toplamı 2 milyonu aşmış demektir. Oysa devletin verilerine baktığımızda bu sayı nerdeyse bunun yarısına tekabül etmekte. Eğer böyle bir fark varsa, ki bu da yüzde yüze tekabül etmektedir, bu durumda devletin geliştireceği göçmen politikası daha başından beri çökmeye mahkumdur. Zira, bu konuda getireceği çözüm bir milyona dönük iken, geriye kalan 1 milyona aşkın kişi ise, devletin göçmenler için geliştireceği bir takım haklardan yoksun kalacağı anlamına gelir.

TÜRKİYE GÖÇÜN ALTINDA EZİLDİ

İHD, TİHV, SES, TTB, Af Örgütü gibi kuruluşlar, Türkiye’nin bir an önce göçmen politikasını oluşturmasını istemektedirler. Türkiye, göçmenler konusunda uluslararası sözleşmeler imza atmasına karşın, 90 yıldır ne bir “mülteci”, “sığınmacı” ya da “yabancılar” statüsündeki göçmenlere yönelik, ne de bu konuda yapacaklarına dönük hazırlık yapmışlığı yoktur.

Bu sivil toplum kuruluşlarına göre, şu ana kadar zorla yerinden edilip de Türkiye’ye gelen göçmenler karşısında, Türkiye’nin bu göç altında ezildiğini belirtmektedirler.

Aslında pek de haksız değiller. İş siyasi çıkara geldiğinde her türlü imkanlar seferber edilirken, harıl harıl seçim anketleri yaparak oranlar tespit edilirken, göçmenlere dönük ne bir anket, ne bir sayım yapılmış, ne de bir göçmen haritası çıkarılmıştır.

SIĞINMACI SAĞLIĞI

‘Sağlık’ denildiğinde ilk akla gelen fiziksel rahatsızlıktır. Oya dünya, sağlık konusunda çok daha farklı bir algı içindedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlık kavramını kullanırken, “sadece hastalık hali ya da mikroplardan korunmak demek değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali” olarak görüyor.

Yerinden edilen kişi veya kişiler bulundukları yeri terk ettiklerinde, sadece bedenleriyle bir yere gitmiyorlar, giderken beraberlerinde tüm ihtiyaçlarını; sağlık ihtiyacı, barınma ihtiyacı, beslenme ihtiyacı sosyal, kültüre vb. ihtiyaçlarıyla gitmektedirler. Türkiye’de hali hazırda bir göçmen politikası oluşturulamadığından, ne doğru dürüst kampların kurulması ve göçmenlerin bu kamplara yerleştirilmesi, ne de genel ihtiyaçlar çerçevesini sağlanabilmiştir.

Örneğin, Suruç’a 50 bin göçmenin son dönemlerde geldiğinden söz edilir veya Reyhanlı’daki göçmenler. Ancak göçmen sayısı ilgili yerin demografik yapısını etkilerken, buna uygun yeni kurumsal ayakların özelliklede sağlık alanında yeniliklerin getirilmesi gerekir. Oysa ilgi sivil toplum kuruluşlarının anlatıldıklarına bakılırsa, Suruç ve Reyhanlı’da hastahanelerdeki doktor, hemşire veya diğer ilgili personel sayısı, göçmen sayısının artışına rağmen sabit tutulmuştur.  Başlangıçta ilgili hastahaneler veya personeller ilçe sakinlerinin temel ihtiyaçlarına dönük konumlandırılmıştır. Fakat yerinden edilen birçok kişi gelince gözle görülür bir nüfus artışı gerçekleşir. Buna bağlı olarak da hastahane sayısı ve görevli personel sayısınında paralel olarak artırılması zorunludur. Ancak orada incelemlerde bulunan sivil toplum örgütleri doktor, hemşire ve diğer personel sayısında hiçbir değişimin olmadığından söz etmektedirler.

Türkiye’nin bu konuda en hızlı bir şekilde reel bir politika geliştirmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde Türkiye’yi hem yeni göç dalgaları bekliyor, hem de yeni toplumsal bunalımlar. Bunun tek çözüm yolu, bir an önce ara yöntemler yerine daha stratejik ve kökten çözümlerin geliştirmesiyle ancak mümkün olabilir.