Zaman zaman yaşadığım yerlerden doğru yazılar yazıyorum, bu da onlardan bir tane. Diğer bir şey de yaşadığım yeri tarif etmede zaman zaman bir karmaşa yaşıyorum. Zira geldiğim yerden bakınca Fransa denince akla güneyde Akdeniz’den kuzeyde Manş Denizi’ne, doğuda Ren Nehri’nden batıda Atlas Okyanusu’na kadar yayılan 640.679 kilometre kareden oluşan bir kara parçası akla gelir. Hani şimdi bu yazıyı Paris’te yazsaydım; “Fransa’da güne girerken...” diye bir cümle kurmamda bir sakınca olmazdı. Ama öyle değil işte, ben şimdi Pays Basques/Bask Ülkesi’nde yazıyorum.

Wikipedia’dan bakınca Pays Basques dendiğinde karşımıza sadece bugün İspanya coğrafyası içinde gösterilen bölge çıkıyor. Ancak ben Pays Basques’ın Kuzeyi’nde yani Fransa coğrafyası içinde gösterilen bölgede yaşıyorum. Ben bu ülkeye “Pays de Nuages”/Bulutlar Ülkesi diyorum. Bunu yaparken de Basklı ailem ve yoldaşlarımın hoşuna gitmeyen bir şey yapıyorum, Fransızca yazarak ve Fransızca düşünerek anlatmaya ve ifade etmeye çalışıyorum. Zira Fransızca öğrenmek bile beni bu kadar zorlarken Bask dilini öğrenmeye hiç acele etmiyorum.

Özcesi ben Güney Batı Fransa dediğimde siz bunu Bask Ülkesi olarak bilin ve de öyle okuyun. Çünkü burada insanlar kendi dilleri, kültürleri, ekonomik ilişkileri içinde bir yaşam içindeler ve bunun daha da güçlenmesi için çalışıyorlar. Burada da en büyük problem Fransa devletinin Bask dili ve kültürü üzerindeki asimilasyon politikaları. Çok açık/görünür olmasa da her alanda; kültür, eğitim, yayın, medya, ekonomik ilişkiler konusunda devletin bu politikası yaygınca devam ediyor. Basklı yoldaşlarım Fransız sosyalist, komünist parti ve sendikalarını sevmezler, zira bunların da Fransa devletinin bu asimilasyon politikalarına karşı Bask halkının yanında durmadığını ifade ederler.

Uzun bir giriş oldu. Özcesi sevgili rehberim Jozseph –bunu söylediğimde kendisi bana kızacak, sözüm aramızda kalsın, kendileri Fransız Burjuva bir aileden gelir- ile biz sırt çantalarımızı hazırladık, Jozseph itina ile baktığı bostanımızdan domates, salatalık, kuru soğan, biber, kabaktan oluşan hediyelik bir paket de hazırladı –burada evden eve, köyden yaylaya ürettiklerinden hediyeler götürmek çok köklü ve değerli bir kültür, hatta zaman zaman karşılıklı değiş tokuşun ne kadar güçlü olduğunu da ister istemez düşünmeden edemiyorum, mesela biz komşumuza bostandan ürünler vererek ondan yumurta, başka bir komşuya sebze verip ondan peynir alıyoruz, bu böyle devam ediyor– haliyle Jozseph’in çantası baya bir ağır oldu.

Bu arada Jozseph ziraat ve ekoloji üzerine üniversite eğitimi yapmış, altı dil bilen -şimdi yoğun şekilde Kürtçe ve Türkçe öğreniyor– hayali de kendi sürüsüne çoban olmak ve iyi peynirler üretmek olan, doğaya, ülkesi Bask’a hayran/aşık biri. Kendisinin arabası ile Vallée D'Aspe’a doğru yol almaya başlıyoruz. Yol boyu çok şirin, güzel, harika mimarileri ile sıra sıra küçük kasaba ve köylerde geçiyoruz. Bir ara arabanın penceresinden yukarıya baktığımda dağlar ve ormanlardan gökyüzünü göremediğimi fark ediyorum.

Bizimki ise yol boyu gördüğü turist araçlarına kızıp duruyor. Burada da bir parantez açmam lazım -‘aman ha turistler gelsin, yesin, içsin ve biz para kazanalım gibi bir şey yok, tam tersine, bunlar geliyor, kirletiyor, tüketiyor gidiyorlar düşüncesi var, elbette kendi imkanları ve de sırt çantalarıyla yollara çıkanlara kapıları ve gönülleri her zaman açık–. Vadiye ilk olarak tren 1914 tarihinde geliyor ve tren hatları boyunca irili ufaklı köyler kurulmuş. Ancak başımı kaldırıp yukarısını bile göremediğin dağların tepelerinde, patika yollarda öylesi güzel evler ve köyler görüyorsun ki, bir anda bir hayal iklimi içinde olduğunu düşünüyorsun.

Yol boyu çiftlikler en çok Joseph’i ilgilendiriyor, vaktimiz olsa hepsine uğrayıp muhabbet edecek, peynirlerinden almak isteyecek. Burada peynir kültürü öyle böyle değil, adeta mücevher hazırlar gibi peynirler hazırlanıyor. Biz Vallée D'Aspe’dan dağlara doğru araba ile tırmanmaya başladığımızda benim yükseklik korkularım gelip gene beni buldu. Dağların tepesine tepesine doğru zikzaklar çizerek tek aracın geçtiği asfalt/patika yoldan dağa tırmanmaya devam ediyoruz. Yukarıya bakıyorum, aşağıya bakıyorum orman ve uçurumlar, off diyorum başka da bir şey demiyorum.

En sonunda bir yere aracımızı bırakıyoruz. Bundan sonrasını iki saat yürüyerek devam edeceğiz. Parque Pyrenees’e geldiğimizde artık koruma altında olan, ağacın dalına bile dokunmanın yasak olduğu patika yollardan tırmanmaya başlıyoruz. Bir iki kilometre kadar yürüdükten sonra öyle bir yere varıyoruz ki, işte diyorsun, dünyanın bütün karmaşa ve hengamesinden kurtulmanın yeri. Biraz aşağıda bir dereden su sesleri geliyor, dağın yamacına taşlardan yapılmış bir ev, ben ev diyorum zira bizim köylerde yapılan evlerin böyle güzel olduğunu düşünmüyorum. Tamamen taştan asırlık olarak yapılıyor. Bunlara Bergé/kaban diyorlar. Bu dağlarda koyun, inek ve at sürüleri olanların yazın yaşamak için kullandıkları yaşam alanları bunlar.

Hayallere dalmışken sevgili rehberim Jozseph’in “vite, vite!/çabuk, çabuk!” demesi ile hayallerimden uyanıyorum, ikimizin de tişörtleri terden sırtımıza yapışmış. Çabuk etmeliyiz, zira gösterdiği yöne dönüp baktığımda sisin ormanın, dağların arasında vadiden yukarıya doğru yükseldiğini gördüm. Sise yakalanırsan ormanda kaybolabilirmişsin. “Lan arkadaşım...” diyorum, siz gerisini anlayın. Madem bu saatler böyle, biz evden neden bir saat önceden çıkmıyoruz. Hayır kendisine kızmak olmaz, bu ormanda çıkışın anahtarı Jozseph. Biz adımlarımızı hızlandırmaya çalışıyoruz, ama ne yapalım, patika gittikçe sert ve kayalıklar ile dolu. Bir an dengeni yitirsen yüzlerce metre aşağılara inersin ve seni oradan çıkarmak için ancak helikopter gelmesi gerekiyor.

Neyse biraz daha hızlı hızlı patikayı çıkmaya devam ediyoruz. Sonra ormandan çıktığımızda arkamıza bir bakıyorum, sis ormanı örtmeye başlamış, biz ise adeta bulutların üzerinde kalmışız. Sonunda gideceğimiz Barbara ve eşinin ismini unuttum. Kabanlarını görmeye başladık. Ha gayret diyerek son kalan gücümüz ile yola devam ediyoruz. Sonunda koyun, at, inek sürüleri, köpeklerin havlamaları ve eşeklerin sesleri arasında varacağımız yere varıyoruz. Barbara da dürbün ile yolları izliyor, başka misafirler de gelecek. Üzerlerimizdekilerden kurtularak soluklanıyoruz, limonlu şekerli şerbet gibi içecek bana çok iyi geliyor. Oturduğum taburenin yanında hemen akan çeşmeden de içmeye devam ediyorum. Barbara “Ercan dikkat et, su çok soğuk, seni şişirmesin” demelerine aldırmadan devam ediyorum ben içmeye.

Eh sonunda diğer misafirler de geliyorlar, iki çocukları ile genç bir aile daha geliyor, bizler de bu arada ufak ufak akşam yemeği için hazırlıklara koyulduk. Jozseph’in bostanından tabi benim de bostanım, yani bizim bostandan getirdiğimiz sebzelerden, kabaklardan bir sebze yemeği, bu arada Ricard/bizim rakı diye düşünün, viski, bira, başka bir içecek daha var onun adını ben bilmiyorum, atıştırmalıklar ile devam ediyoruz. Yemekten önce aperatif uzun saatler yerde kalacak dost sofraları için olmazsa olmaz bir kuraldır. Muhabbetler, İspanya’dan, İtalya’dan, Fransa’dan, Bask Ülkesi’nden, Türkiye ve Kürdistan’dan devam ediyor.

Barbara’nın yaptığı tiramisu ile geceyi tamamlamak istiyoruz, ancak olmuyor, tiramisuyu ilk tadandan başlayan kahkaha ile gecemize sesler karışıyor. Yok yok bu tiramisu olmamış, bu kesin, artık köpeklere bayram olsun, sabah onlara verelim diye kendimizi teselli ediyoruz. Gecenin saat kaçında yattık bilmiyorum, ama yatamadım ben bir türlü, yastığım çok sertti, bir şey de bulamadım. Sabahın ilk ışıkları ile etraf hareketlenmeye başladı, koyunlar sağılacak. Eh kaç defa böyle yerlerde sabaha giriyorum ki diyerek yataktan sürünerek çıkıyorum, koyunlar sağılıyor. Ben “tepeye bir tırmanayım güneşin doğuşunu orada karşılayayım” diye başka bir programa kendimi katıyorum.

Koyunlar sağılıyor, kahveler yapılıyor, herkes uyanmış şimdi peti dejeune saati, kucaklaşıp vedalaşarak bir dahaki buluşmaya kadar ‘au revoir’ diyerek ayrılıyoruz, sebzelerden kurtulduğumuz için daha rahat yola çıkıyoruz. Tam ineceğimiz patikalara vardığımızda grup grup insanların patika yoldan tırmandıklarını görüyorum, burada yürümek, dağlarda konaklamak, geceleri kabanlarda kalmak başlı başına bir gelenek. Ben rahat rahat keyfini çıkara çıkara yürüyeceğiz havasında iken Jozseph bir kez daha “vite, vite!” demez mi, “hay diyorum, gece anladık, arkamızda sis bulutları geliyordu, ormanda kaybolmamak için çabuk, çabuk! Şimdi ne oluyor?” Çabuk olmalıymışız, zira peynirci dükkanı öğle arasına girip kapatmadan bizim oradan peynir almamız lazımmış. “Lan arkadaşım...” diyorum ben siz zaten anlıyorsunuz ne demek istediğimi... Joseph’i pek de takmadan arkadan yürüyorum, aileler denk geliyor, çocuklar, anne babaları, nene ve dedeler, sırt çantaları ile patika yolları tırmanmaya devam ediyorlar...

“Vite, vite!”

“Hay ben senin....”