'Gezi kolaycılarını'nı aynaya bakmaya davet ediyorum.

‘Gezi kolaycılığı’ da nedir diyenleri duyuyorum.

Gezi olaylarının İstanbul’da, Ankara’da ve İzmir’de olduğu kadar tüm yurtta aynı etkide bulunduğunu düşleyip halktan bihaber olmaktır mesela ‘gezi kolaycılığı’.

Gezi sürecinde İstanbul dışında farklı illerde bulunmuş biri olarak, bunu söylemek hiç de zor değil.

Her ne kadar Gezi olaylarını protesto edenlerin hepsi ‘solcu’ olmasa da sözüm ona; ‘tepesi delik Türk solu’nun değişmez hastalığına tutuluverdiler birden. Nasıl ki, ‘tepesi delik Türk solu’ halkını Cumhuriyet balosu tertiplerinden okumaya çalıştıysa, yahut ille de klasik müzik dinlettiyse ‘acans’tan yine sözüm ona ‘kültür düzeyi’ni artırmak için, Gezi direnişçileri de aynı pencereden bakma kolaylığına sığındı üç büyük il dışındakilere.

Aslında, hükümetin bile kafasında, ‘samimi olanlar’ ve ‘samimi olmayanlar’ diye bir soru işaretinin oluşturulduğu süreç, malum üç ilin dışındakilerin de algı düzeyine çok yakındı. Ama alışkın olunduğu üzere tabandan kopma eğilimi sürecin algı düzeyini olumsuz etkiledi. Bir ‘devrime az kaldı’ havaları, meydana gidemesek de çayımızı, kolamızı yudumlayarak klavye ile destek verme tabloları, sataşmalar, herkese göre yeniden şekillenen ‘yandaş’lar, ‘muhalif’ler. ‘Beğen’i tıklarsan muhalifsin, eleştirirsen ‘yandaş’. İyi de tersten bakınca, ‘beğen’ diyen de onun yandaşı en basit mantıkla. Meydana gideriz kalenderlik yaparız, ‘abi nasıl gaz yedim’ hikayeleri, polis şu sokaktan çıktı da, bu sokaktan böyle kaçtık, falan filan...

Bir ikinci kolaycılık da, Gezi’den doğan tembellik. Alanlar sosyal medyaya emanet, bir kıpırdanmada toplanır gaz yer döneriz. Sonrası, yok... ‘Eylemden çıkan solcu ne yapar, meyhaneye gider’ geyiğinin basbayağı vuku bulmuş halleri... Aman da bilmem kim gözaltına alınmış, karakoldan çıkarken gidip alkışlayalım... Sosyal medyada bir iki tespit yapalım, gelsin beğeniler, en büyük muhalif benim...

Gezinin esamesinin okunmadığı, artık iş Silivri’ye kaydığı günlerde yandaş, muhalif ayrımının yeniden gündeme getirilip sataşmaya dönüşmesi. Alana çık, bir tutam gaz ye, ona sataş, buna yanaş, senden büyük devrimci yok. Koltukların kabara kabara gez, eyyy direnişçi!.. Kim anladı seni acaba, yoksa hala, uzun saçlı, komünistliği iş hayatına atıldıktan sonra geçeceği düşünülenlerden misin? Elbette kimin ne düşündüğü önemli değil ama bir takım hatalar tekrar ediliyor ve tarih tekerrür ediliyorsa, azıcık özeleştiri lazım değil mi be canım?

Sonra, medyayı ne de güzel eleştiriyorsun öyle. Kolay ya o kadar maddi, manevi bir ton baskının altında her şeye rağmen kalem oynatmak, gazetecilik refleksi denen duyguyu evde bekleyen çoluk-çocuk, bakmakla sorumlu olunanlar, yayın politikası vs. karşısında bastırabilmek... Bir zamanlar, bolca lanetlenen Starbucks’ta otururken, tatil için ülke beğenirken, lüksün daha lüksünü bulamadığın için sistemden şikayetlenirken, meydana gelip ‘aman da komün yaşam ne güzel’ nostaljisi yapmak ne hoş değil mi? Eleştirdiğin ve eleştirmekten öte lanetleyip bastığın, adı lazım değil bir medya kuruluşunun işten çıkarılan mensuplarının, taş çatlasın bin 500 TL ya da hadi 2 bin diyelim, maaş alarak ev geçindirmek zorunda kaldığından ne kadar haberdarsın acaba? ‘Ucuz kahramanlık’ diyorlar ya, ‘bedava’ demek daha doğru olur.

Evet, siyaset bilimi uzmanlarının da hemfikir olduğu gibi, Türkiye’de örgütlü bir sivil hareketliliğin olabileceğini göstermek adına büyük bir adım attın. Ama o adımı atarken bir sonraki adımı yaş tahtaya basmasaydın ne güzel olurdu... Arada bir aynaya baksaydın, saçların bozulmuş mu diye, gözlerindeki bakışlara ne hakim olmuş derin derin inceleseydin mesela... Hırs mıydı orada gördüğün, yoksa gerçekten sivil hayata katkısı olabilecek bir diriliş için ortaya konan yürekli bakış mı?