İktidarlar ile gazeteciler arasında hep bir çatışma olur; iktidar gizler gazeteci -kamu yararı gözeterek- yazar. Gazeteci baştan bunu bilerek çıkar yola. Önemli olan herhangi bir suç isnat edildiğinde her yurttaş gibi bağımsız ve tarafsız mahkemelerde yargılanacağınıza güven duyabileceğiniz bir yargı sisteminin bulunup bulunmadığıdır.  

“MİT Davası”nda gazetecilerin tahliyesi elbette olumlu ama daha başta tutuklu yargılanmaları düşündürücü ki bir kısmına da ceza verdiler. Mahkeme şimdiye kadar gözaltı ve tutuklulukta geçen süreyi göz önünde tutarak da tahliyelerine karar verdi. Bazı gazetecilere adlî kontrol şartı koydu.

Dilerseniz davaya konu olayın kamuoyuna ilk duyuruluşunu ve olayın meydana geldiği iklimi hatırlayalım. 

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan geçen şubat ayında İzmir’de yaptığı bir konuşmada Libya’da “birkaç tane şehit” olduğunu söyledi. Aynı günlerde İdlib’de 34 asker hayatını kaybetmiş, olayın resmî makamlar tarafından açıklanma biçimi, “haber” kanallarının tutumu kamuoyunda tepkilere neden olmuştu. 

İdlib’de hava saldırısının yapıldığı, o akşam orada olup bitene dair henüz valiye açıklama yaptırılmadan önce sosyal medyada can kayıpları olduğuna yönelik (doğrulanmamış) enformasyon yayılırken televizyonlarda “son dakika” uyarısıyla “Suriye’de etkisiz hâle getirilen rejim unsurları” görüntüleri dolaşıma sokulmuştu. İnternet ve sosyal medyanın yavaşlatıldığı akşam kamuoyunda ölüm olayının tartışılması engellenirken sürekli karşı tarafın, “rejim güçlerinin” kayıpları vurgulandı iktidar medyasında.

Böyle bir olayın açıklaması neden valiye yaptırılmıştı? “Müttefik” Rusya saldırıya niye yol açmış, savaş uçaklarını İdlib’de neden kullanmıştı? Türkiye askeri İdlib’e neden gönderilmişti? Türkiye’nin Libya’da şimdi işi neydi? Yöneticileriyle bir zamanlar “kardeşlik-dostluk” ilişkisi içinde olunan Suriye, Libya “komşu” ülkeler iken nasıl “düşman” oluvermişti bir anda? NATO’nun Libya’daki işi sorgulanırken harekâta niçin destek verilmişti? 

Belli ki iktidar ve “misliyle mukabele” korosu İdlib için de Libya için de bu temel soruları gündemden düşürmek üstüne bir “strateji” izliyordu. Çünkü böyle soruları kurcaladığınız vakit 18 yıllık AKP iktidarının dış politikasındaki yanlış kararların, tutarsızlıkların, diplomasi beceriksizliğinin, fetihçi/fütuhatçı (yayılmacı) siyasetin neden olduğu ve zaman zaman tezkere onaylarıyla muhalefetin de desteği bulunan sorunlar yumağı çıkar ortaya. 

Manşetlerden yayılan militarist söylemlerin, hamâsî nutukların, televizyonlarda saatlerce süren tartışmaların, ölüm kutsamalarının, yurt içinde ve dışında çatışmaların operasyonların içinde gerçek unutturulmak istenir: İnsan hayatı… Kuşkusuz insan “birkaç tane” diye nesneleştirilemeyecek, tarafların yol açtıkları can kayıplarıyla ya da “ölü sayılarıyla” yarıştırılmayacak kadar değerlidir. 

“MİT Davası”ndan yargılanan gazeteciler Erdoğan’ın “birkaç tane şehit” diye duyurduğu Libya’da hayatını kaybeden kamu görevlilerinin resmî tören yapılmadan defnedilmesini sorgulamışlardı. 

Yeniçağ konuya dair bir haber yayımlayıp yazarların Twitter ve e-posta hesaplarına saldırı olduğu gerekçesiyle haberi geri çekmiş ama daha sonra yayın yönetmeni Twitter hesabından Libya’da hayatını kaybeden Albay Okan Altınay’ın memleketi Aydın’da törensiz defnedildiğini içeren bir paylaşım yapmıştı. Benzer bir haber de Odatv’de Hülya Kılınç imzasıyla yer almıştı. Haberde MİT mensubu Sinan C.nin “sessiz sedasız” defnedildiği bildiriyordu. Yayın yönetmeni ilk duruşmaya kadar tutuklu yargılanan Yeni Yaşam gazetesi de haberi derleyen yayın kuruluşları arasındaydı. 

Ancak haber mecralarına gelinceye değin konu farklı sosyal medya hesaplarından ölenlerin isimleri, fotoğraflarıyla paylaşılmıştı. Bir milletvekili, Ümit Özdağ Meclis’teki basın açıklamasında adlarıyla Libya’da “iki istihbaratçının” öldüğünü duyurmuştu. Yani İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bir televizyon programında konuyu nitelendirdiği gibi ortada ne bir “devlet sırrı” vardı ne Libya’daki ölümleri kamuoyunun ilk duyuşuydu ne de ortada gizli saklı bir durum kalmıştı. Haber, konu isim ve fotoğraf ayrıntısıyla sosyal medyada duyulduktan ve Erdoğan’ın açıklamasından sonra yayımlanmıştı. Ardından da BTK tarafından Odatv sitesine tamamen erişim engeli getirilmişti.

Zaten Manisa’da defnedilen Sinan C.nin cenazesine milletvekilleri, belediye başkanı, kaymakam ve vatandaşlar katılacak, “Teşkilat Başkanı” çelenk gönderecekti. Anlaşılan küçük bir törenle uğurlanması amaçlanmıştı ölenlerin, çok da duyulmadan. Ayrıca Kılınç, haberinde de Manisa’da yaşayan kendi hâlinde bir ailenin çocuğu olan MİT görevlisinin mezarına isminin yazılmamasını eleştirmişti. 

Nitekim İstanbul 34. Ağır Ceza Mahkemesi beraat kararlarının yanında MİT Kanunu’nu ihlal ettikleri gerekçesiyle gazeteci Aydın Keser, Ferhat Çelik ve Murat Ağırel’e 4 yıl 8 ay 7 gün, Barış Pehlivan ve Hülya Kılınç’a 3 yıl 9 ay hapis cezası verdi. Sanıkların tutuklulukta ve gözaltında geçen sürelerinin cezalarından mahsubuna hükmetti. 

Mahkemenin bazı şüphelileri serbest bırakmasına karşılık savcılığın itirazı sonrası tutuklamaların olduğu, tutukluğa itiraz duruşmasının şüpheli avukatlarına haber verilmeden görüldüğü adlî bir süreç yaşandı. Tutukluluk tedbir amaçlıdır ama kendi iradeleriyle giderek ifade veren gazeteciler kaçma şüphesi diye aylarca cezaevinde tutuldu. 

Dünyanın neresinde olursa olsun hükûmet başka bir ülkede askerî bir operasyon yürütüyorsa orada neler olup bittiğini halkın bilme hakkı vardır. Gazetecilik ise kamuoyunun bilmesinde yarar olan bilgiyi gazetecilik pratiği içinde kamuoyuna aktarmayı gerektirir. Burada gazetecinin gözetmesi gereken somut gerçeklik sürekli operasyonlarda insanların ölmesi, bitmek bilmeyen can kayıpları… 

Kaldı ki hangi bilgilerin açıklanarak devletin sırrı ifşa edildiği sorusu yanıtsızdır: Gazeteciler kurumun görevini nasıl engellemiş? İddia edildiği gibi haberde hayatını kaybeden MİT mensubunun görev içeriğiyle ilgili bir bilgi yoktu.   

İktidarın bir yandan İdlib saldırısı sonrası medya operasyonuyla algı yöneterek bir yandan da Libya’daki ölümler söz konusu olduğunda kontrolündeki yargıyla gazetecilere gözdağı vererek politikalarının sonucuna yönelik kamuoyunda hesap vermenin önünü kapatmaya çalıştığı malûm…

AKP iktidarının şimdiye kadar hiçbir konuda hesap vermeye vakti de isteği de olmadı ama ne zaman iç ve dış politikada işler kötüye gitse hep gemi metaforunu kullandığı, ülke ile iktidarı/partiyi birbirinin içinde anlattığı bilinir. Kamuoyu yoklamalarında ne zaman şahsın puanı düşse ya da seçim yapılacak olsa askerî operasyonlar başlar ya da misal, son zamanlarda olduğu gibi Ayasofya camiye dönüştürülür, İstanbul Sözleşmesi tartışmaya açılır… “Gemi batarsa…” diye de topluma korku salınır. Bahsedilen o gemi memleket değil ama iktidarın/partinin ta kendisidir oysa.  

Bugün artan gerilimin en önemli sebebi iktidarın ikbali ile insan hayatı, memleketin geleceği, halkın sağlığı, toplumun huzuru konularının çatışma hâlinde olması.

Aziz Nesin bir kitabında şöyle der: “Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların, kendileri daha çok korkarlar ve korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışırlar.”