Sarkis Çerkezyan şöyle anlatıyordu:

"Anneme, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü taktık. Pencereye bir bayrak uydurduk. Kapıya oturdum. Kalabalık bir grup önümden aktı. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası vardı. Bütün cadde eşya doldu. Sadece Rum evlerini değil, tüm gayrımüslimlerinkini yağmaladılar. Yedikule Caddesi üzerindeki bir kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim evin üstüne düşüyordu.

Caddede üç kişi durdu. Bizim eve bakıyorlardı. Yanlarına gittim, 'Bu evin sahibi Ermeni. Şimdi Florya'da yazlıkta. Aşağıda ben varım, hatırlatırım' dedim. Annem Müslüman bir kadın gibi kahve pişirdi. İçtik birlikte... Yağma saatler sürdü. Gece yarısına kadar kapıdan ayrılmadım. Sonraki gün dükkânıma gittim. Kepenkler kırılmış, dükkâna girilmişti. Benim dükkâna komşum Laz Mehmet girmiş. Sabahları birlikte çay içerdik. Çok ağrıma gitti."

Her şey bu kadar çıplak ve ortada dururken kimi zaman değil, çoğu zaman teori bunu bir şekilde örtmenin aracı haline gelebiliyor. Türkiye’de ise her zaman tam da yapılan bu oldu. Bu yalanı tersyüz edemediğimiz için de devam ediyor.

6-7 Eylül 1955 tarihinde Türkiye’de yaşananları bilmeyen yoktur. Ama bu gerçek orada başka bir yerde durur, hayatın içine bir türlü giremez. Çünkü 6 -7 Eylül suç ortaklıkları aynı şekilde/örgütlülükte duruyor. Bu gasp/talan şebekeleri varlığını sürdürdüğü sürece birileri hep gerçeği anlatma derdinde olacak, kime mi tabi ki de bize. Öte yandan o çokluk, suç ortaklığında nemalanan çokluk orada bir yerde duruyor.

Hepimizin bildiğini bir daha özetleyelim:

1) Devlet bir yalan ortaya atar, yurttaşlar bunun yalan olduğunu bilirler ama olsun, sonuçta gasp ve talanda payını alacağı için bu yalana inanmış gibi yaparlar.

2) Daha önce devletlerinin verdiği saldırı araçları ile -balta, kazma, silah, bayrak, kuran- sokaklarda "düşman" avına çıkarlar. Nereye yürüyecekleri, kimlerin hedefte olduğu daha önceden belirlenmiştir. Aslında yürüdükleri evler ve sokaklar daha bir geceye kadar önce komşularıdır, hani şu ramazanda ‘komşularımız ile aynı sofralarda iftar açtık’ dedikleri komşuları.

3) O günün devlet tarafından belirlenmiş "düşman"ı kimler ise; 6-7 Eylül'de Rumlardı, Maraş, Çorum, Sivas Katliamlarında Aleviler, şimdi ise Kürtlerdir bu düşmanlar. Hedefteki “düşman”ın mahallelerine, sokaklarına, iş yerlerine Türk bayrakları ve tekbirler ile girilir, ev talanları, gasplar, işkenceler, ölümler, tecavüzler...

4) Sonra devletin kolluk kuvvetleri gelir, devlet baba öncesi çok iyi çalışmıştı, örgütlü gücünü nasıl kullanacağını planlamıştı, iş bölümü gereğinde işler aşama aşama devam ederken; "Tamamdır, hassasiyetlerinizi anlıyoruz, değerlerinize saldırı oldu, sizler de her zamanki gibi kutsal değerleriniz için ayağa kalktınız, artık evlerinize dönebilirsiniz."

6) Böylelikle sokaklara ırkçı hezeyanlar ile salınan kitle kendi rolünü tamamlar ve çekilir, devlet ise çapul/gaspın büyüğünü yapmak için süreci işletir... Sıkıyönetim gelir. Gasp ve talan ile Demokrat Parti hükümeti gittikçe zorlaşan ekonomik durumuna kendilerince bir çözüm geliştirir. Elde edilen gasp ile bir kesim toplumun tatmini sağlandı. Diğer yandan ise sesi artan muhalefeti susturmak için de iyi bir vesile oldu.

Sonuç:
  1. Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman demokratikleşme gibi bir derdi olmadığı, kendi toplumunu da –büyük çoğunluğu oluşturan Sünni ve Türk– buna alıştırdığı için, her zaman krizler üreterek bu krizler üzerinden kendisine yaşam alanı oluşturdu.
  2. 6-7 Eylül 1955’in Demokrat Partisi günümüz AKP’si olarak devam ediyor. O gün o gasp, talan ve Sıkıyönetim için “düşman” olarak Rumlar vardı, Kıbrıs meselesi vardı, bugün de kendisinin yaşattığı, büyüttüğü, beslediği bir “düşman” ekseninde gasp ve talan gelişiyor. İlan edilen OHAL ile de Kürt Özgürlük Hareketi başta olmak üzere bütün muhalif/demokrat kesim hedef alınıyor. Bilim insanları, gazeteciler, siyasetçiler tutuklanıyor, işkenceler devam ediyor.
İşte bizler haramilerin saltanatını halklar, emek, adalet, eşitlik ve özgürlük adına yıkamadığımız için asırlardır bu gelenek bu coğrafyada devam ediyor!