Futbol tutkusu, dünyanın büyük kentlerindeki modernize edilmiş stadyumların açık ve kale arkası tribünlerinden, kırsal kesimlerdeki tahta kale direklerinin olduğu küçük sahalara kadar her yere uzanmaktadır.

Futbolun 19. Yüzyıllarda Britanyalılar tarafından “game” yani oyun olarak ortaya atıldığı ve işçi sınıfının boş zamanlarını değerlendirdiği, mahallelerde çocukların bez parçalarını topak yaparak veya kozalaklarla (babalarından dayak yemek pahasına) oynadığı ve gerçekten başka anlamlar yüklemekten öte; oyun olduğu zamanları geçeli yüzyıllar oldu. Artık futbol global bir endüstri haline gelmiş durumda ve kendini besleyen yan sektörlerle birlikte (forma, spor malzemeleri satışı, taraftar card ve diğer kulüp armalı ürünler) milyar dolarların konuşulduğu çok büyük bir pazar halinde işliyor.

Toplumlar, insanlar ve özellikle incelemeye çalışacağımız işçi, emekçi sınıfı veya kent yoksulları neden futbola bu kadar isterik bir şekilde ve tutkuyla bağlanırlar. Sınıf farkı gözetmeksizin bir arma veya tuttuğu takımın renkleri uğruna tüm hayatını bu uğurda; 1 top 2 kale ve 22 oyuncunun peşinde geçirirler.

Bu konuya başlamadan önce tarihsel süreçte nasıl bu noktaya gelindiği ve futbolun neden popüler kültürün en önemli nesnesi haline geldiğini incelememiz gerekiyor. Popüler kültür; geniş anlamıyla, belirli bir yaşam tarzının ideolojik olarak yeniden üretilmesi olarak nitelendirilebilir. Popüler kültür, tıpkı kitle iletişimi gibi, yaşamın her alanını kapsar; yoğun biçimde yaşanır, tüketilir.

 Popüler kültür, özellikle Batı uygarlıklarında sanayileşme ve modernleşme sürecine bağlı olarak kentlerde gelişim göstermeye başlamış kentli insanları, gündelik hayatın olumsuz durumlarından kurtarmak, kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak amacıyla ortaya çıkan gündelik hayat kültürü olarak açıklanabilir.

Futbolun tarihçesi M. Ö. 2000’li yıllarda Çin’deki Han Hanedanı zamanına kadar gitse, ortaçağda domuz derisinden dikilen topa benzer nesneyle 1170 yılından itibaren İngitere’de oynandığına ilişkin kayıtlar olsa da, bizim bugün bildiğimiz anlamdaki futbol ; o dönemde sık kullanılan diğer bir ismiyle “Mob Football” (Ayaktakımı Futbolu), 19. Yüzyılın 2. Yarısından itibaren, Eton, Westminster, Harrow, Shrewsbury, Winchester ve Charterhouse gibi önde gelen İngiliz okullarının, takımlar kurarak organize bir şekilde birbirlerine karşı oynama isteklerinin ortaya çıkışıyla birlikte, evrim geçirerek kuralları tanımlanan bir oyun seti haline bürünmeye başlamıştır. Okulların temsilcileri Cambridge Üniversitesi’nde 1848’de biraraya gelerek adına “Cambrigde Kuralları” denilen futbolun ilk kural seti üzerinde anlaşmaya varmışlardır. Artık oyuncular topa sadece ayaklarıyla vurabilecekler, sadece kaleciler topu elle tutabilecek ve aynı takımdan olan oyuncular aynı renkte formalar giyeceklerdir. Bu anlamda kurulan ilk futbol kulübü Sheffield United olmuş ve 1863 Ekim’inde FA(Football Asociation) adıyla ilk federasyon kurulmuş ve futbol artık kuralları olan ve bir takvimde oynanan bir spor dalı olarak hayat bulmuştur. Fakat o günlerde futbol daha çok elit “beyefendi”lerin oynadığı bir meşgale ve statü nesnesiydi. Bugün alışageldiğimiz formalar, tozluklar, kramponlar yerine ; futbolcular belden askılı pantolonlar, meşin ayakkabılar ve kazaklar giyerlerdi.

Peki o günden bugüne bu kadar popüler olmasındaki sebep neydi?

Düşünceme göre ilk sebebi basit, kolay, anlaşılabilir ve herkes tarafından yapılabilir bir spor olması; ve her yönüyle popüler kültüre yedirebilir bir alan olarak esnekliği olmasıdır. Fakat sadece bu neden “ayak takımı” sporu olarak başladığı ve özellikle emekçi kesimleri neden bu kadar kapsadığını kendi başına anlatmıyor. Sevilmesinin yanı sıra fanatikliği neden içinde barındırdığı ve taraftar kültünün nasıl oluştuğunu incelemek gerekiyor.

Ada’da kuralları belirlenmiş bu oyunun, kendini aşarak; futbolun gelişim sürecine taraftarların davranışlarının ve bu davranışlara bağlı ortaya koydukları fedakârlıkların, ritüellerin ve kutlamaların da dâhil olması basit oyundan, toplumsal bir olgu haline gelmesi bugünün gerçekliğidir. Aşırı sevgi gösterileri ve takımı için fedakârlık gibi tutumlar aslında fazlasıyla Anglo-Sakson tarihiyle de ilgili bir davranış şeklidir. Bu anlamda günümüz taraftar alışkanlıkları aslında şövalyelik kodları ve düellolara da benzemektedir. Keza Orta Çağ Avrupa’sında şövalyeler arasındaki düellolar o kadar artmış ve seyredenler olarak halkı o kadar peşinden sürüklemişti ki, sonunda kilise şövalyelere düelloları yasaklamak zorunda kalmıştır. Bu düellolar bir anlamda dönemin futbol maçları gibiydi.

DELİKANLI KÜLTÜRÜ

Imelda Whelehan’a göre “Yeni Delikanlı” kültürü “eski ataerkilliğin bir tür nostaljik yeniden canlanmasıdır; cinsiyet kimliklerinin değişmez doğasını yeniden tasdik eden (bu tabii ki biraz ironik olmasına rağmen) feminizmin sosyal değişim isteğine karşı doğrudan bir başkaldırıdır”

Taraftarlık, dostlarla birlikte hareket etmektir. Bu birlikte hareket etme eylemi erkekleri birbirine bağlayan ritüellerden biridir. Bir anlamda, düşmanla karşılaştığında arkanı kollayan ve güvenebileceğin arkadaşlarla cepheye koşmaktır. Yeni ‘erkek ikonu’ kadınlarla iletişime geçme becerileri ve kariyerleri açısından genellikle başarısız bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani, delikanlı dediğimiz erkek kahraman ; romanlardaki ya da sinemadaki bilinen başarılı ve güçlü kahraman imajıyla zıtlık teşkil eder ve o, kahramansızlığı seçer. Bu ‘kahramansızlık’ motifi delikanlı edebiyatındaki erkek ana karakterlerin yapılanmasında geniş yer tutar ve bu durum ana karakterin olgunlaşma sürecindeki arada kalmışlık anlatısına bağlanır ki bu da delikanlı edebiyatını belirgin kılan başka bir özelliğe işaret eder” Bu da bizi hegomonik erillik kavramına götürür.

Hegemonik erillik daha çok toplum içinde muteber görülen ve medya, eğitim, askerlik, din ve kamusal otorite gibi kurumsal aygıtlar, gelenekler ve inançlar gibi toplumsal pratikler tarafından yerleştirilen ve yeniden üretilen bir kavramdır. Hegemonik erillik bir inanç şekli olarak erkek üstünlüğü ve baskınlığı eğilimi olarak temsil edilen, ideal ve kuralcı erkek davranışlarının bütünüdür. Bu da erkeklerin ‘ayrıcalıklı’ bir cinsiyete sahip olduğu düşüncesini temsil etmektedir. Günümüzde erillik kavramının hegemonik yönünün erkek egemenliği ile bağdaştırılması yaygın hale gelmiştir. Futbolun, erilliğin başat bir göstergelerinden biri olduğu algısı, futbol ile hegemonik erilliğin ilişkilendirildiğine işaret etmektedir.

Buna göre hegemonik erillik belirli bir kültürde var olan erilliğin baskın hali anlamına gelmektedir. Buna bir anlamda erillik içi rekabet de denilebilir. Daha basit bir tabirle bu fikre göre “gerçek erkekler” ve diğer erkekler vardır.

FREUDIAN ERİLLİK ETKİSİ

Çocukluk cinselliği konusu, Freud’un yazıları arasında önemli bir yere sahiptir ve günümüzde “Oedipus Kompleksi” olarak bilinen “Çekirdek Kompleks”inin ana kavramları üzerine çalışmaları bulunmaktadır. İnsan psikolojisinin temel yapıtaşlarından olan bu durum; çocukların, ebeveynlerinden karşı cinste olanı arzulaması ve hemcinsi olan ebeveyne duyduğu kızgınlıktır. Freud’a göre her çocuk ergenlik öncesinde çeşitli kültürel ve biyolojik evreler geçirmektedir. Bunlar arasında kendi vücudunu tanıma ve cinsel hazzın gelişimi sayılabilir. Hayatın erken evrelerinde erkek çocuk her iki ebeveyniyle de yarı-cinsellik türünden bir deneyime girer ve çocuğun anne vücuduyla olan fiziksel teması baba tarafından engellenir. Bu durum sonrasında ise baba ve çocuk arasında çatışma başlar. Buna karşın Freud, baba tarafından uygulanan bu engellemenin ; çocuklar için annelerinden koparak olgunluğa geçebilmek için gerekli olduğunu savunmaktadır.

Freud’un bu kuramını da hesaba katarak şu söylenebilir; geleneksel bir toplumda, muhafazakar bir ortamda doğan, mahallelerde hegomonik erilliğin baskısıyla büyüyün bir erkek çocuğu, erkek egemen bir ortamda büyümektedir ve öğrendiği şeylerin büyük kısmını babadan almaktadır. Futbol fanatiği olarak büyüyen bir çocuğun üzerinde babanın etkisi yadsınamaz. İlk futbol maçına baba ile birlikte gidilmiştir ve ilk kez baba ile aynı ortamda ve eşit seviyede; üzerine konuşulacak bir konu sağlanmıştır. Futbol bir anlamda baba ile oğulu aynı ortamda eşitlemiştir ve üzerlerine tuttukları takım bir üst kimlik oluşturmuştur. Stadyum, baba ve oğulun bir tür oyun bahçesine dönüşmüştür. Çocuklar, sahadaki çimlerin üstünde koşuşturan futbolcuların nasıl da babalarını etkilediğini gözlemler ve onlar gibi olmaya çalışırlar. Sürekli spor seyirciliği toplumun erillik anlayışını arttıran öncül meşruiyetlerden biridir.

FUTBOL TARAFTARININ İŞÇİ SINIFI KİMLİĞİ

Erillik meselesi sınıf meselesiyle sıkı bir bağ içerisindedir. Gidilen ilk maç ; küfürler, koca adamların ergenlik haline dönmesi ve erkeklik üzerinden birbirlerine kendilerini ispat etme çabaları, alkol ve cinsiyetçi bir jargon ve bu ortam “ayak takımından” gelen ergen veya genç için erkekliğini hatırlama seremonisidir. İşçi sınıfı kültürünün egzotik zevkleri ve erilliği ; diğer hiçbir sporla karşılaştırılmayacak şekilde o spor branşlarının sosyetik seyircisinden daha erkeksi görünmektedir. Bu büyülenmişlik hali tribünde yer alan herkesi bir işçi sınıfı çocuğu imajı içine girmeye zorlar. Fakat bu başkaldırı işçi sınıfının devrimci geleneğinden gelen sınıfsal bir başkaldırı değil aynı zamanda başka bir kimliğe kaçıştır ki, bu kimlik ona “gerçek bir erkek” olması yönünde daha iyi bir fırsat sunmaktadır. Yani işçi sınıfının içinden gelen gençler ; bir kültürel kimlik sağlamak için sahte bir aidiyet olgusu, yani sahte bir geçmiş ve tarih yaratılıp şekillendirilmeye başlamış ve o sahte kimlikle kendisini dünyada var etmeye başlamıştır.

Aslında futbol ve taraftarlık kültürü, sınıf bilincinin üzerini örterek futbol tutkusunun işçi sınıfı üzerinde nasıl da bu arayışı tamamlamasına engel olduğu hakkındadır. Belli bir noktadan sonra iş fanatikliğe dönmeye başlar. Taraftarlığı, kendi takımına aşırı sevgi üzerinden değil rakip takıma olan nefretle ifade edilir hale gelir. Sınıfsal olarak dayanışmayı kendi sınıfı ve emekçilerle kurmak yerine ; sınıfsal olarak karışık, hatta kendini sömüren sınıflarla birlikte kurarak; rakip takımın taraftarını ötekileştirmeye ve kinini rakip takıma kusmaya başlar. Bu noktadan sonra sınıf siyasetinin yerine lümpen bir siyasi anlayış alır.

SONUÇ

Futbol bugün endüstrileşmiş ve milyar dolarların döndüğü bir sektördür. Dünyada en üst düzey eğlence sektörüdür desek abartmış olmayız. Bu kapsamlı ve evrensel yayılım ile birlikte, futbolun girmediği bir alan kalmamış, günümüz insanının neredeyse yegâne spor dalı haline gelmiştir

Futbolun kitleleri yoğun olarak etkileyebilmesinin altında ise taraftarlık yatmaktadır. Taraftar tuttuğu takımı tüm benliğiyle sahiplenmektedir. Bunun sonucunda taraftar da kendini takımla özdeşleştirerek daha iyi hissetmektedir. Kozanoğlu ’na göre kişileri taraftar olmaya iten asıl etken kimlik vaadidir. Bir takımı tutan kişi için taraftarlık yalnız futbol sevgisinin bir ürünü değil, bu seçim aynı zamanda bir kimlik kazanımıdır. Artık o, takımın taraftar kimliğini edinmiş kişi kendisini takımının diğer taraftarları ve takım oyuncuları/teknik direktörü/yöneticileri ile özdeşleştirmektedir. Tercihlerini ve zevklerini bile bu takım kimliği ile belirlemektedir. Giyimini, saç sitilini, konuşmasını, yeme ve içme alışkanlıklarını takımının yıldız oyuncularını örnek alarak şekillendirmektedir.

Parasıyla, hırsıyla, iktidar tarafından yönlendirilen spor kulüpleri, federasyonlar ve faşizmin kitle tabanını oluşturan lümpen taraftarıyla; kapitalist çark içinde maddi manevi sömürünün aracı olmuş şifreli yayınlar, logolu ürünler; spor medyası ve sponsorluk sistemiyle futbol ve ekonomisi küresel sermayenin en büyük sömürü araçlarından biridir. Bu noktada biz sosyalistlere ve hayata soldan bakanlara düşen görev; futbolun kitleleri etkileyen gücüyle ideolojik bir aygıt işlevi gördüğünün ve kapitalizm içerisinde endüstriyel bir biçim alarak bir oyun olmaktan çıktığının bilincinde; futbolun borsada değil arsada oynandığını asla unutmamak ve bu kolektif oyundan kolektif bir bilinç yaratarak oyunu toplumsal özgürleşme sürecinin bir öğesi haline getirmektir.