46 yaşındayım ve 1982 İspanya Dünya Kupası'ndan bu yana futbol maçları seyrederim. Tüm çocukluk, gençlik yıllarım meşin yuvarlağın peşinde ve futbol aşkıyla geçti.

Çünkü o zamanlar başka eğlencemiz yoktu. Tek kanallı televizyon, sokakta geçirilen vakitler ve ayak takımının tutunabileceği en ucuz ve her yerde yapılabilen tek spor ve eğlence. Taşları üst üste koyarak 2 kale kurulur , karşılıklı adımladıktan sonra kazananın seçmeye başladığı takımlar oluşturulur; kan, ter, toz ve çamurun içinde 40 tarafından dikilmiş futbol topuyla debelenerek oynanan mahalle maçları. En büyük tartışma kale direkleri ve ağlar olmadığı için gol oldu, olmadı tartışması; malum kale çizgisi teknolojisi yok o günlerde…

Çok kanallı led televizyonlar, dijital yayın platformları ve en önemlisi bilgisayar ve internet yok anlattığım dönemde. 1980 darbesi olmuş bitmiş yıl 82 yani bir anlamda askeri diktatörlükten bunalmış ülke çarşı iznine çıkmış; korkak ve perişan acaba bir rütbeli veya inzibat var mıdır korkusuyla dolanan acemi erler gibi. Halkın tek eğlencesi İstiklal Marşıyla açılıp kapanan TRT’de yayımlanan diziler, filmler ve hafta sonları yayımlanan naklen maç yayınları…

Süt Kupası’ndan FA CUP’a İngiliz ligi (o zaman daha premier olmamış) , Şampiyon Kulüpler Kupası (daha champions leauge yok), şimdi Avrupa Ligi olarak oynanan UEFA Kupası maçları ve en büyük heyecan ve şölen 4 senede bir yapılan Dünya Kupası.

 

İşte ben ucundan 1982 Espana ile başladım bu maratona. Seyrettiğim ilk maç Brezilya – SSCB . Babam ve büyükler ballandıra ballandıra Brezilya’yı anlatıyor. Rüya takım , şov yapacaklar. Zico, Sokrates, Falcao say say bitmez . Fakat bu kadar ballandırdıktan sonra maç başlıyor ve ilk yarının ortalarında SSCB’den Serghey Ball ilk golü kalecinin hatasıyla tıngır mıngır bir topla buluyor. 65 dk.’da Socrates bir füze gönderiyor maç 1-1. 80’li dakikalara geliyoruz fakat hala ortada başka gol yok maç bitti bitecek durum hala 1-1 ; kahvedekilerin yüzleri asık, Brezilya’dan gol bekliyorlar. Bitime 2 dk. kala Falcao kaleciyle karşı karşıya fakat vurmuyor; zaman azalırken ve tüm dünyanın gözleri ona ve takımına çevrilmişken, bunu yapabilmesi, böyle bir risk alması gariptir ama topu bırakıyor arkadan gelen Eder sol ayağıyla vuruyor ve maç 2-1 Brezilya’nın galibiyetiyle bitiyor.

Maçlar böylece devam ederken ilk tur tamamlanıyor. Herkes kupayı garanti Brezilya alacak (iyi ki bahis siteleri vs. yoktu o zamanlar) derken o noktaya kadar düşe kalka gelen İtalya’nın cattenacio duvarına takılıp göz yaşları içinde Brezilya’ya geri dönüyor rüyaların takımı. Zaten kupayı da daha sonra İtalya alıyor.

İşte o gün çocuk aklımla öğrenmiştim ve daha sonra bunu defalarca hayatımda test ettim. Futbol fena halde hayata benziyordu ve hem futbolda hem de gerçek hayatta iyi oynamak değil kazanmaktı tek amaç ve zafere giden her yol mübahtı. Geriye ise sadece kaybedenlerin anıları ve güzel adamlar kalıyordu ama asla kazanamıyorlardı. Çünkü hayat ; iyiler ve güzel oynayanlar değil, oynatmayıp başkalarının üzerine basarak yükselenlerin dünyasıydı.

Rekabetin sahada yaşandığı , rekabetin sadece futbol üzerinden görüldüğü, milyon dolarların havada uçuşmadığı, futbolun emekçilerin, ayak takımın, halkın oyunu olduğu ve locaların, ısıtmalı sahaların, milyonluk sponsorların olmadığı, tek eğlence olarak Pazar günleri insanların 3 kuruş paraya 4 tarafı açık stadlarda balık istifi maç seyrettiği günler artık sadece bir hatıralar geçididir hafızalarımızda. Çünkü bizim hayatımızda futbol kesinlikle sadece futbol değildi. Futbol tamamen yasaklanmış, kısıtlanmış, bastırılmış darbe günlerinde kitlelerin binlerle bir araya gelebildikleri tek organizasyondu; yan mahalledeki çocuklarla temas edebildiğimiz ve arkadaş olabildiğimiz tek alandı toprak saha; kendimizi var edebilmenin tek yolu tuttuğumuz takımın triko formasını sırtımıza geçirdiğimiz o andı; yani 80’lerde büyüyen bir çocuk için futbol hayattı; kirlenmemiş, leke sürülmemiş ve satın alınmamış…

Fakat bugün her şey gibi o da kapitalizme, paranın saltanatına yenik düştü ve zincir en zayıf olduğu halkadan kırılır. İlk başta futbolcular yetiştirenin, büyütenin ve geliştirenin değil en fazla parayı basanın alıp, satabildiği bir meta haline getirildi. Serbest kalma maddeleriyle mahalle kulüplerinden 3-30 paraya alınan veya ayartılan genç yaşta futbolcular büyük takımların havuzlarına doluşmaya başladılar. Daha sonra böyle olmayacağı ve maliyetli olacağı anlaşılınca, mahalle köşelerine kadar adı futbol okulları olan, fakat çocukları toprak sahadan çıkarıp halı sahalarda eğitmeye başlayan steril bir altyapı sistemi gelmeye başladı. Bu tabi ki mahalle ve semt takımlarının sonu olmaya başladı. Buradan yükselen “yetiştirilmiş” nesiller, eskinin futbol mabedleri yerine ölümüne oynayacakları ve seyredenlerin artık tek amacının futbol değil kazanmak ve rakibi “vur, kır, parçala” olduğu “ARENA” lara taşınmaya başladı. Milyon dolarlık arenalar yapılırken , tabi ki oraya girecek insanlar da artık ayak takımı değil elit futbol taraftarları olacaktı.

Bunun propagandası ve manipülasyonu çok önemliydi “Bak İngiltere’de artık holiganlar yok” “İnsanlar maçtan 15 dk. önce stada geliyor ve tek olay çıkmıyor” “Kameralar insanların ağzındaki azı dişindeki dolguya kadar görüyor artık canım; futbolda terör dönemi bitti” “Pasolige karşı çıkanlar futbol teröristleridir” bu cümle ve klişeler daha da uzatılabilir. Fakat bu eskiden benzin, yağ kuyrukları vardı çok şükür artık insanlar refah içindenin futboldaki yansımasıdır. Yani yazının başında da değim gibi, hayat fena halde futbola benziyor ve futbol asla sadece futbol değildir.

Sonuç olarak Marx’ın dediği “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” ; meta haline getirilmemiş ve karşılığında ticari kar getirmeyen futbol asla kabul edilemez yönetenler açısından. Dolayısıyla toplumsal yapıyı tamamen bir meta-para-meta döngüsü üzerinden tanımlayan , örgütleyen kapitalizm ve kendini artı değer sömürüsü üzerinden var eden uluslararası tekelci sermaye düzeni var olduğu sürece; futbol asla masum bir şey olmayacaktır. Medyasıyla, sponsorluk sistemi, ürün satışı ve franchising anlaşmalarıyla, milyonluk locaları ve milyarlık yayın anlaşmalarıyla, milyon dolarlık futbolcu transferleri ve milyarlık futbol AŞ.’lerle artık futbol bir spor değil bir sektördür ve futbol kulüpleri de artık spor kulübü değil spor şirketleri ve ticarethanelerdir. Dolayısıyla bugün futbol kulüplerinde sevdaya, aşka dair naif şeyler aramak boşa kürek çekmek ve en hafif ifadesiyle safdilliktir. Taraftarların samimi duygularını bir tarafa koysak dahi, futbol bugün tamamen kapitalist çark içinde maddi manevi sömürünün aracı olmuş, şifreli yayınlar, logolu ürünler, ağzından salyalar akıtan spor medyası ve sponsorluk sistemiyle, özde futbol ve ekonomisi küresel sermayenin en büyük sömürü araçlarından biridir…

Buna karşı direnişin merkezi de kuşkusuz Arenalara dönüştürülmüş spor stadları olamayacaklardır…