TİHV Başkanı Şebnem Korur Fincancı, “Kürt nüfusunu dağıtmak, parçalamak, bölmek ve göçe zorlamak ve buna karşı direnenleri ayrım yapmadan öldürmek istiyorlar.

1915'teki soykırımını 1938'deki Dersim'i yeniden insanlara yaşatmış oluyorlar.

Bir yandan bu, bir tehcir politikası oluyor. Kürtleri Türkiye'nin dört bir yanına dağıtacaklar ve oyların bölünmesiyle iradeyi tamamen kendi ellerine alacaklar” ifadelerini kullandı.

Şebnem Korur Fincancı, ANF’den Murat Kuseyri’nin sorularını yanıtladı.

AKP'nin yeniden savaş politikasına dönmesi vakfınızın çalışmalarına nasıl yansıdı?

Zaten son birkaç yılda başvuranların sayısında artış olmuştu. Çünkü genel olarak muhalif sese tahammülsüzlük doruk noktasına ulaşmıştı.

Dolayısıyla en küçük bir hak talebi ya da sesini çıkarmada, sokaktaki bir basın açıklamasına bile şiddetle saldıran bir devlet mekanizmasıyla karşı karşıya kalmıştık.

Türkiye'de 2015'te bir muhafazakarlaşma ve devletin sert yüzünün ortaya çıkmasına dair ipuçları vardı. Örneğin Nisan ayında 'iç güvenlik yasası' çıkartılmıştı.

Bir anda polisin silah kullanımını kolaylaştıran bir düzenlemeyle birlikte polisin açtığı ateş ile öldürülen insanların sayısında dramatik bir artışla karşı karşıya kaldık. Vurulup öldürülenlerin sayısı 222'ye ulaştı.

İlk dört ayda 5 kişiyle sınırlıyken  9 ayda 217 kişi 'dur' ihtarına uymadığı için öldürüldü.

Ama 7 Haziran'la birlikte yeni bir mekanizma işlemeye başladı. Temmuz'da Suruç, Diyarbakır'da HDP mitinginde, daha sonra Ekim ayında Ankara'daki patlamalar çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlandı.

Ağustos ayından itibaren de 'sokağa çıkma yasağı' adı altında insanların evlerine hapsedildiği; aç, susuz, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksun bırakıldığı bir dönemle karşı karşıya kaldık. İşte bu dönemde çarpıcı bir değişim daha yaşandı.

2000'li yıllarda yılda 3 veya 5 civarında olan sivil ölümleri 2015 yılının ağustos ayından yıl sonuna kadar 222'ye ulaştı. 1 Haziran 2016 tarihi itibarıyla öldürülen sivillerin sayısı 350. bunların çoğunluğu kadınlar ve 10 yaş altı çocuklar ve yaşlı insanlar. İnsanları evlerinin bahçesinde, mutfaklarında, solunda öldürmeye başladılar.

1990'larda yaşanan bir süreç mi tekrar etti?

1990'larda daha çok köy yakma ve boşaltmalar vardı. Ama halk değil, daha çok kanaat önderleri, politik ortamda öne çıkan insanlar hedef alınıyordu.

Ama 2015'te sıradan insanlar ve evinde yaşayan halk katledilmeye başlandı. Kürtlere yönelik, halka yönelik bu saldırılar akla soykırımını getiriyor. Tank atışlarıyla insanların yaşamaları olanaksız hale getiriliyor. İnsanlar evlerini terk ediyorlar, ilçelerini terk ediyorlar.

Bu insanlar daha önce 1990'lı yıllarda köylerden ilçelere göç etmişlerdi. İkinci kez yerlerinden ediliyorlar. Bu gerçekten ağır bir şiddet.

Kürtlere yönelik baskı ve bir imha politikasıyla karşı karşıyayız. Daha önce ana dilde eğitim tartışmaları sürerken bir anda Kürtleri tamamen yok etmeyi hedefleyen bir devlet mekanizması çalışmaya başladı. Tanklarla evler yerle bir ediliyor. İlçeler düz araziye, moloz yığınlarına dönüşmüş.

'CANLIYKEN YAKILDIKLARINI GÖSTEREN OTOPSİ RAPORLARI VAR'

TİHV olarak nerelere gittiniz ve nelerle karşılaştınız?

Ben Cizre ve Diyarbakır, arkadaşlarımız da Yüksekova'ya gitti. Bodrumlarda korkunç manzaralarla karşılaştık. İnsanların öldürülmeden önce mi yoksa sonra mı yakıldıklarını söylemek pek olanaklı değil. Çünkü bunları incelemek gerekir. Ama bazılarının canlıyken yakıldıklarını gösteren otopsi raporları var.  Biz birinci bodruma girdiğimizde yerlerde çok sayıda yanık kemik parçaları vardı. Yer tamamıyla küçük kemik parçalarıyla kaplıydı. Şehir ağır bir koku taşıyordu.

Cizre'ye girdiğimiz andan itibaren yanık et kokuyordu. Ben otopsiden gelen alışkanlıktan dolayı bu tür kokulara bir biçimde duyarlıyımdır. O kokular otopsiyle uğraşan bizler için delildir. Ben adli tıp uzmanıyım. Bu kokulara biz 'geçici delil' deriz.

Çok önemlidir. İnsanların canlı olarak yakıldığını gösteren geçici bulgular var. Bunları çok iyi değerlendirmek gerekiyor. Hemen soruşturulması, olay yeri incelemesi yapılması gerekirdi. Ama biz bodruma girdiğimizde savcı güvenli olmadığını öne sürerek bodruma girmemişti.

BODRUMLARDAKİ İZLENİMLER

Bodruma ilk sizler mi girdiniz?

Evet, bodruma avukat arkadaşlarla birlikte ilk kez biz girdik. Orada çocuk çenesi buldum. Cumhurbaşkanı dahil yetkililer bodrumda 'teröristlerin' olduğunu söylüyorlardı. Çatışıyorlar ve onların kurtarılmasını kabul edemeyiz, diyorlardı.

Teröristlerin olduğu yerde 8-9 yaşındaki bir çocuğunun alt çenesinin ne işi var? Bunu açıklamak zorundalar. Kaldı ki ayrıntılı inceleme yapma ve delilleri toplama olanağımız yoktu. Eğer bunu yapsaydık müdahaleyle suçlanırdık.

Bu nedenle de ben yapabildiğim kadar fotoğraflamaya çalıştım. Daha sonra bizim diğer ekip gittiğinde bir kadın eli buldu. Bunların hiçbiri bir araya getirilip incelenmedi. Bu insanları devletin öldürdüğü iddiası var. Araştırma yapılmaması devletin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

Ben o zaman TİHV'nin başkanı olarak kimin yaptığından bağımsız olarak devleti sorumlu tutarım. Uluslararası mahkemeler de bunu böyle değerlendirir. Çünkü beklenen devletin tüm delilleri toplayıp suçsuzluğunu kanıtlamasıdır. Bunu yapmadığı sürece sorumlusu devlettir.

İşkence ve kötü muamelelerde bir artış görülüyor mu?

Kaba dayak çok uygulanan bir işkence biçimi. Sokaklarda yapıyorlar. Son 10 yıl içinde polis karakollarında uygulanan işkencenin yerini yakalama sırasındaki işkence yöntemlerine bırakmıştı.

Ağırlıklı olarak da kaba dayak, ters kelepçe ve bazı pozisyonlara zorlama şeklindeydi. Ama son dönemlerde tecavüz ve ölüm tehditleri, silah namlusunun makata sokulması, elektrik işkencesi gibi iddialar var.

Zaten genel olarak tüm bir bölgeye işkence uyguluyorlar. Çünkü evlerin duvarlarına, okulların içine yazılan yazılar tam olarak işkence yöntemleridir.

Devlet tüm bu işkence ve katliamlarla neyi hedefliyor?

Olanları kamulaştırmalarla birlikte değerlendirmek gerekir. Tüm bunların HDP'nin en yüksek oy aldığı yerlerde olması tesadüf değil. Kürt nüfusunu dağıtmak, parçalamak, bölmek ve göçe zorlamak ve buna karşı direnenleri ayrım yapmadan öldürmek istiyorlar. 1915'teki soykırımını 1938'deki Dersim'i yeniden insanlara yaşatmış oluyorlar. Bir yandan bu, bir tehcir politikası oluyor. Kürtleri Türkiye'nin dört bir yanına dağıtacaklar ve oyların bölünmesiyle iradeyi tamamen kendi ellerine alacaklar.

Burada yapılan işbirliğini de görmek gerekir. Daha önce sanki çatışmalı taraflar gibi görünen İslami-muhafazakar kesimle ordu, derin devlet ya da Gladio'nun anlaşmaya vardıkları görülüyor.

Amansızca saldırıyorlar ve kendilerini korumak amacıyla yeni yasa çıkarma hazırlıkları yapılıyor. Yasalar çıktığında devletin kalkanı altında her türlü suçu rahatça işleyecekler. Aslında suç işlediklerinin farkındalar.

Uluslararası hukuk nezdinde yargılanabilecekleri kaygısını taşıyorlar. Onun için de kendilerini koruyacak önlemler alıyorlar. Amaçları bir korku imparatorluğu yaratmak ve ülkeyi istedikleri gibi yönetmek.

Tüm bu olanları kiralık işçiliğe yönelik, kadınlara olan yaklaşım, sendikasızlaştırma politikalarıyla birlikte ele almak gerekir. Tüm bunlar bir bütün aslında. Kapitalizmin krizini bu baskıcı ortamda rahat bir şekilde atlatmak istiyorlar.

Kürdistan'da bunlar yaşanırken ülkenin batısından tepki gelmemesini nasıl yorumluyorsunuz?

Tepkiler yeterince yansımıyor. Ne yazık ki batıdaki tepkiler dışarıdan bakılınca yeterince görülemiyor. Haber alma kanalları çok sınırlı.

Muhalif 3-5 kanal var. Onların dışındaki kanallarda iktidar güzellemeleri var. Bütün tehdit, şiddet, baskı ve korkutmaya rağmen insanlar değişik biçimlerde tepki gösteriyor. Akademisyenlerin yaptıklarını hafife almamak gerekir.

2 bini aşkın akademisyen bu suça ortak olmayacağız dedi. Barış için Kadınlar Girişi olarak Meclise 30 bin imza götürdük. Barış için Herkes 40 bin civarında imza götürdü. Haber nöbetleri yapıldı. Tüm bunları önemsiyorum. Ama bunlar ana akım medyada yer almadığı için sanki batıda hiç ses çıkmıyormuş gibi bir algı var.

Panelde diğer konuşmacılar Türkiye'nin geleceği için karamsar olduklarını söylerken, siz gelecekten umutlu olduğunuzu söylediniz...

Ben umutluyum. Çünkü mücadele ediyoruz ve haklıyız. Bu haklılığımızı anlatabilme ve çoğalabilme olanağımız var. Akademi dünyası kendi kabuğuna çekilmiş bir dünyadır. Ben imza atan akademisyenlerden bazılarının isimlerini görünce çok şaşırdım.

Hiç ilgilenmediğini düşündüğüm insanlar imza attılar. Baskı ve saldırı olunca da imza atan akademisyenlerin sayısı 2 binlere çıktı. Daha sonra dalga dalga yayıldı. Edebiyatçılar, sanatçılar ve gazeteciler onları izledi.

Vakfımızın gönüllü sayısı çok azalmıştı. Ama devlet 2013'te Gezi sürecinde saldırınca bir sürü genç ve gönüllü kazandık. Çok kararlı insanlar. Kürdistan'da katliamlar olunca katılım daha da arttı. Bu baskıların karşısına çıkacak insanlar var. Bu nedenle de gelecekten umutluyum.