Emel Armutçu / Cumhuriyet

1971 yılında, Adana Ceyhan’ın tek katlı, geniş ve çok odalı evlerinden birinde, 10 kardeşin 9’uncusu olarak doğdu. Bu geniş aileyi sorunsuz bir şekilde içine sığdırabilen köy evinin, diğerlerinden önemlice bir farkı vardı; bir odasında sadece kitaplar kalıyordu.

Tavana uzanan çok sayıdaki kitaptan başka eşyası olmayan bu odayı babasından sonra en çok ziyaret eden oydu. Kitap kokulu havayı en çok o ve bir de fareler solumuştu.

Kitap okuma eylemini farelerle paylaşması, önemli bir bölümü öğrenci evlerinde kalabalık geçen hayatının ilerleyen yıllarında da tekrarlanacak, geçmişten aşina olduğu için sorun etmeyecekti. İstanbul’da bir dönem aynı evi paylaştığı Etkin Haber ve Fırat Haber Ajansı muhabiri Arzu Demir, HDP Eş Başkanı olduktan sonra hatırlatmıştı o eski evde farelere karşı yürüttükleri mücadeleyi. Sonuç alamayınca nasıl “barış içinde bir arada yaşamaya” karar verdiklerini… İçlerinden birine, isim koyacak kadar yakınlaşmışlardı; ısrarla teorik/ politik kitapları kemiren, edebi kitaplara ise dokunmayan Abuzer, bu huyunu Yüksekdağ’dan kapmıştı galiba. Çünkü Yüksekdağ hayatı o teorik kitaplardaki kavramlarla kavrayıp, o kitaplardaki cümlelerle ifade ediyor gibiydi. Günlük dili bile makineden damlayan kahve misali, sosyalist teori süzgecinden süzülüyordu. Deyim yerindeyse, hayatının özeti gibi, “örgütlü” bir dili vardı.

YAŞAR KEMAL ATMOSFERİNDE BÜYÜDÜ   

Adana’nın yerlisi, Türkmen kökenli bir aileye mensup Figen Yüksekdağ’ın çocukluk anıları, bir Yaşar Kemal romanında Çukurova’yı tasvir eden satırları andırıyor. Çiftçi babasının köyü Yumurtalık’a bağlı Gölovası’ndaki verimli topraklar, pamuk ve buğdayın üzerine düşen ışık hüzmeleri, köyün bilgeliği, zengin, çeşitli, üretken bir sosyokültürel yapı ve sokağın kaosundaki uyum… İlkokuldan sonra okula gidememiş ama topraktan daha çok önemsediği okumayı hiç terk etmemiş babasının, Köy Enstitüleri’nin tozunu yuttuğu için bugünküne benzemeyen muhafazakarlığı... Öyle ki köyün ilk okuyan kızı Figen’in ablası. Yüksekdağ ‘köy aydınlanması’ tespitiyle aktardı bu bölümü.

Çocukken çok eğlendiği sokakta tüm Adanalılar gibi çabuk parlayıp kavga ederek, kafalar kırıp kafasını kırdırarak, ama hemencecik de barışarak büyümüştü. Sol siyasete ilgi duymaya başladığı 17 yaşına kadar, hayal gücünü zenginleştirmişti bu kadim kültür. Ancak görünmeyen penceresi dünyaya açılan kitap odasında, kah balerin, kah öğretmen, kah avukat olma hayali kurarak genişlettiği özgürleşme alanının 17 yaşında artık yetmemeye başlaması da bir gerçekti. Demokrat, insanlara, doğaya, hayvanlara değer veren, kadınlık ve erkeklikle ilgili de kafasında küçük soru işaretleri henüz yeşermeye başlayan bir genç kız olarak girdi liseye. Ancak 1990’ların alacakaranlık siyasetinin gölgesi, hayatının ana çizgilerini de hemen oracıkta belirginleştirdi.

Sosyalist bir grubun mensubu olarak yaptığı gençlik çalışmaları nedeniyle okul yönetimiyle sık sık başı derde girdi. Yine de ailesine küçük masum yalanlar söyleyerek solculuk yapmaya devam edecekti ki ilk 1 Mayıs yürüyüşü, ilk gözaltı ve emniyette kötü hatırlanan sekiz günden sonra bir aylık ilk cezaevi deneyimi geldi. Ailesinin yaşadığı şok kısa sürede ev hapislerine varan yasaklara dönüşünce “evden çıktı.” Okulu da bıraktı.

Adana’da öğrenci evlerinde, uzun yıllar sürdüreceği kolektif hayatı başladı. Garsonluk, alçı atölyesi ya da tekstil işçiliği gibi geçici, güvencesiz işlerde çalışarak çoğu zamanını, hayatının kalanında da yapacağı gibi yasadışı olmayan ama öyle muamele gören ‘örgütlü işlere’ ayırdı.

Öğrencilerin okul idaresine, polise, paralı eğitime, YÖK’e karşı eylemlerinde oradaydı. Daha sonra basın yayın alanına geçti; sosyalist gençlik ve kadın dergilerinde çalıştı, editörlük yaptı. O geçişin bir yerinde görmüştü, kadın olmanın, bir erkek kadar özgür siyaset yapmaya engel olduğunu. Ailenin yasakları değildi sadece; sol örgütlü yapının içinde de kendine gayet rahat yer bulabiliyordu ayrımcılık, ‘geleneksel yaşamdan kaynaklanan baskılar.’ O da sorgulamıştı pek çok kadın gibi, parti toplantılarında neden çay demleyen tarafta olduğunu. Ama bunların da kadın birey olarak tek başına aşılamayacağını, örgütlü bir kadın yapısı olması gerektiğini de düşünmüş, bir yandan öğretilmiş kadınlığa karşı kavgalar, var olma savaşı vermişti. Kendini feminist olarak tanımlamadı hiç. “Militan bir kadın özgürlükçüsüyüm” demeyi tercih etti.

HAYALLE REEL POLİTİKANIN BULUŞTUĞU YER  

HDP 2002 Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP) Adana bağımsız milletvekili adayı olan, platformun partileşmesinden sonra 2009’da genel başkanlığına seçilen Yüksekdağ, artık İstanbul’daydı. Bu arada iki cezaevi deneyimi daha yaşadı; delili basın açıklamaları ve düzenlediği mitingler olan ‘örgüt üyeliği suçu’ndan bir yıl yattığı, 6,5 yıl ceza aldığı ve şu an Yargıtay’da olan davasının dışında, bir cenaze törenine katıldığı için de beş aylık bir tutukluluk dönemi oldu. Önemsediği şeyler değildi bunlar; o ‘siyasetin sokak çocuğu’ydu.

HDP’yle yollarının kesişmesi ve eş başkan seçilmesi de neredeyse ‘suyun belli bir derecede kaynaması’ olağanlığında onun için. ESP, Halkların Demokratik Kongresi’nin 40’ı aşkın bileşeninden biriydi, parti kongresinde de aday gösterilip seçilmişti! Hareketin içinden, mutfaktan gelmesi, biraz da dişli olması, politik enerjisi ve duruşu etkili olmuş olabilirdi. Ama HDP eş başkanlık sistemi zaten kadınlara otomatik olarak alan açıyordu. Onun bu mücadelede ana motivasyonu devrimci romantizm, HDP ise “bir istekle, hayalle, reel politikanın yaşamdaki gerçek ilişkilerin buluştuğu yer”di.

O izlenimi veriyor, tanıyanlar da aynı şeyi söylüyor; hayatı politika. Bunun dışında ne olduğu sorulunca, pek bir şey sayamıyor. Selahattin Demirtaş gibi saz çalamıyor ama şarkı söylemeyi seviyor, çoğunlukla yalnızken tabii. Eşiyle bile çok az görüşebilmesine neden olan, daha özgür yapabilmek için anne olmamayı tercih ettiği politikayla bu kadar hemhal olmaktan hiç şikayetçi değil. Hatta politikayı eğlenceli kılan bir insan olduğunu düşünüyor: “Yaptığın şeyi seviyorsan eğlenirsin!” Aslında şuradan, ‘HDP’nin barajları, HDP kadın adaylarının da tüm erkek barajlarını yıkması’ ihtimalinden bakınca, evet eğlenceli sayılabilir.