İki yıl kadar önce kendisi de öykü yazan ve hatta bir roman denemesi olan arkadaşım şöyle dedi: “İşlek ve oldukça canlı olan bir caddede yürüdüğünü düşün. Geniş kaldırımlarında sel gibi akıp geçen insanlar, ortalarda yoğun bir trafik. Yan tarafta masaları tıklım tıklım olan lokantalar ve kahvehaneler. İnsanlar yan yana ya da karşı karşıya oturmuş sohbet ediyor, çaylarını yudumluyor ya da önlerindeki tabaklardan lokmalar ağızlarına atıyorlar.” Derin bir nefes aldı arkadaşım ve “Düşün,” dedi. “Bu masalarda oturan bir kadın ya da erkeğin yemek yiyişi ya da çayı yudumlaması mı seni dehşete düşürür, yoksa caddenin sonunda direğe asılmış birinin görüntüsü mü? Bence yazacağımız konuları buna göre seçmeliyiz.”

Belki de bugüne nazaran henüz toy olduğumdan ya da yazdığım kitapların yeteri kadar ilgi görmemiş olması ve “galiba ben o kadar da başarılı ya da iyi şeyler yazamıyorum gibi duyguların” içimi yiyip bitirdiği bir zamana denk gelmiş olacak ki, bu sözünden biraz etkilendim. Çünkü yazdığım hiçbir öykü ve romanım kimseyi dehşete düşürmemişti. Demek ki yeteri kadar dehşet katamamışım gibi düşüncelere kapıldım. Sonra yaşadığım ülkeyi düşündüm. Adaletin tek bir harfinin bile artık kalmadığı bu topraklar. Coğrafya büyük laf belki, ama bu coğrafya... Yıkılmış harabeye dönmüş kentler. Sorgusuz sualsiz beyninden ya da sırtından vurulmuş insanlar. Her yer aç sefil durumuna düşmüş mültecilerle dolu. Hapishaneler tıklım tıklım, çoğu neden orada olduğunu bile bilmiyor belki. Kamuda çalışanların her an işinden atılacağı korkusu. Ya da bir sabahın köründe ansızın içimizden birinin evinden alınıp hapishaneye götürülmesi endişesi. Bunların hiçbiri hayal değil. Ve birden fark ettim ki buralarda doğup büyüyen ya da sonradan yerleşen ya da doğup kaçan ne kadar yazar/çizer varsa zaten bu dehşetin ta kendisini yazıyor, işliyor.

Susan Sontag üç cilt halinde çevrilmiş günlüklerinin birinde şöyle diyordu: “Medea’ın oyununu izlemek için tiyatro salonundayım. Ve oyunun bir yerinde seyirciler ağlamaya çığlık atmaya başlıyorlar. O esnada onları boğmak istiyordum. Çünkü bu gördüklerinin sadece bir sanat eseri olduğunun farkında bile değillerdi.” Medea, Euripides ve Seneca’ya bile ilham olmuş biri. Aldatan kocasından öç almak için kendisi daha fazla acı duyacağını bile bile öz be öz çocuklarını zehirleyerek öldüren talihsiz kadın. Hayır, ben Sontag kadar entelektüel değilim, hayır ben onun kadar metin ile arama mesafe koyamam. Ben de duygulanmak, gerektiğinde ağlamak istiyordum, tıpkı Angelopoulos’un Ağlan Çayır filmini izlerken neredeyse iki buçuk saat boyunca gözyaşlarıma boğulduğum gibi. 

Halay çekerken bile şarkılarımız ağıtla başlar. Yeteri kadar dehşet vardı ve bunu sakınmadan hatta yazarken bir tür mastürbasyon yapan yazar ve şairler de vardı. Çünkü aynı zamanda bu konu burada da ve dünyada da daha çok ilgi görüyor ve pazarlanıyor. Onları suçlayacak değilim, burada başka bir şey yazılamaz belki, sadece dehşetin derecesi ya da dozu farklı olabilirdi. Ama ben nefes almak istiyordum, hele bunları daha da içselleştirdiğimde. Ve en az benim kadar nefes almaya ihtiyacı olan insanların olduğunu da biliyordum. Komik bir şeyler yazmak istedim, eğlenmek istedim. Ve eğer varsa bir okurum (bu okurum lafı oldum olası beni kahreder, sahiplenici ve içinde kibir taşır gibi hissederim) belki yazacaklarım tesadüf bile olsa eline geçse, istedim ki o da eğlensin, bu dehşet fotoğrafından birkaç saatlik bile olsa uzaklaşsın. Ama ne yazacağımı ve nasıl yazacağımı hiç bilmiyordum. Don Quijote da çok komikti, eğlenceliydi ve kahkaha atarak okudum. Ama şimdi bakınca içim yanıyor bu yaşlı delirmiş adama. Belki de gerçek o kadar dehşet vericiydi ki çareyi başka bir dünya yaratmakta buldu. Hayali devler, hayali kadınlar. Don Quijote’un attan düşüp elini kolunu kırması, yamaçtan yuvarlanması güldürdü bizi. Tabii biz koltuğumuza ya da kanepemize kurulmuş kitabımızı okurken. Bize hava hoş, ama bugün gülemiyorum buna, sadece içim acıyor.

On yıl kadar önce Charlotte Bronte’nin 1847 de yayımlanan Jane Eyre romanını okumuştum. İtiraf ediyorum, sıkıcıydı, sıkıldım. Çünkü buna benzer aşk konularını bolca Yeşilçam filmlerinden izlemiştim. Öksüz çocuk Jane’nin başına gelen talihsiz olaylar: Hor görülmeler, parasızlık, kimsesizlik. Daha sonra âşık olacağı adamın evinde çalışmaya başlayan bir genç kız. Bu yakışıklı ve paralı adamla tam da evlenirken çıka gelen başka bir adamın damat adayının evli olduğunu haykırması ve zavallı karısının şu anda yaşadığı evin tavan arasında yaşadığını söylemesi. Daha sonra kendini ve evi yakarak kurtulan tavan arasındaki kadın. Bizim kızın payına da düşen bu yangında yaralanan sevdiği adama bakıcılık yapmak. Ve mutlu son. Birçok kişiye göre, daha doğrusu bu konuda söz sahibi olduğunu iddia edenler bu romanın ilk feminist romanlar arasında ya da ilk feminist roman olduğunu söylüyor. Ve dikkatlerimizi tavan arasındaki kadına vermemizi istiyorlar. Ama ben bugün bakınca tek bir şey görüyorum, kadına biçilmiş rol: “Ya bakıcı olacaksın ya da tavan arasına kapatılacaksın.” Bugünkü İngiltere’de hâlâ bunlar oluyor mu bilmiyorum, ama günümüzü anlatan romanlarında ya da sinemalarında ben böyle bir şeye rastlamadım. Peki ya burada, bu coğrafyada, değişen bir şey oldu mu?

Oturup aşkı yazmak istedim, ama nasıl? Jane Eyre’in başına gelen benimkinin de başına mı gelsin? Ben kimim ki aşkı yazmaya kalkışayım, belki ancak kendi hikâyemi kurabilirim. Hayır, o kalabalık cadde de yürüdüğümde ve insanların koşarak caddenin sonuna doğru gittiğini gördüğümde ve bu meraklı insanların içinde bulundukları dehşetin sırf dozunu biraz daha artırmak için direğe asılmış birini görmek için yanıp tutuştuğunu bilsem de, ben yolumu değiştireceğim, mümkünse 180 derece.

Hayır, ben lokanta da karşısında oturmuş kadını tavlamaya çalışan adamın sözlerini daha çok merak ediyorum. Eller peçeteye uzanırken birbirlerine değiyor mu, adamın arzusu gözlerinden okunuyor mu, ya da kadının yüzü kızardı mı? Dizler tıpkı filmlerde olduğu gibi tesadüfmüş gibi birbirlerine çarpıyor mu? Ya ayaklar? İşte ben bunları merak ediyorum ve bunları yazmak istiyordum. Komik bir hikâyesi olsun istiyordum. Beni eğlendiren okuyanı güldüren. Ama şimdi bakınca, tıpkı burada yaşamış tüm talihsizler gibi aşkı yazacağım derken tam da aşksızlığı yazdım: “Erkeğin hayatımızdaki yeri.” Evet, Feyruşe içinde komik hikâyeler olan bir roman. Ama kimine göre, Don Quijote’da komikti, şimdi öyle değil, hayır, benim için asla değil. Cervantes’le kendimi kıyaslayacak kadar çıldırmadım. Ama belki Feyruşe sizin için de komik değil.

___________________

Not: Yazı daha önce 17 Eylül 2017’de Demokrat Haber’de yayımlanmıştı, kitabın yeni basımı vesilesiyle güncellenmiştir. Demokrat Haber ve okura teşekkür ediyorum.