İktidar bloğu dışındaki siyasi yapıların çok sınırlı bir şekilde seslerini duyurma imkanı bulduğu bir propaganda döneminin ardından yerel seçimler yapıldı ve hatırı sayılır bir belediye muhalif siyasi partilerin yönetimine geçti.

Kürt illerinde ise, Kürt sorununu sahiplenen ve bu konuda çözüm arayışlarını neredeyse tek başına yürüten HDP bütün engellemelere rağmen önemli bir başarı kazandı. Belediye başkanlıkları ve meclis üyelikleri çoğunlukla bu partiye mensup kişiler tarafından üstlenildi.

Milyonlarca kişi HDP’yi destekledi ama Ahmet Şık’ın dediği gibi ülkeyi çete zihniyetiyle, yoğun din sömürüsüyle, Cumhuriyet tarihinin en büyük terör yöntemlerini kullanarak yöneten küçük bir azınlık grup milyonların iradesini hiçe sayıp şimdilik üç belediye başkanını görevden aldı.

Milyonların öfkeli olduğu, haksızlık karşısında isyan duyguları taşıdığı herkesin malumu.

Haklarında somut bir suç isnadı ve yargı kararı bulunmayan belediye başkanlarının görevden alınmasının hukuku bir yana bırakalım Anayasa’ya aykırılık temelinde yasadışı olduğu, demokrasi ile bir ilgisinin bulunmadığı çok fazla tartışmayı gerektirmiyor.

Bu yasa dışılık ve keyfiliğe yönelik mevcut ve olası tepkileri bastırmak için devlet terörü bütün araçları ve imkanları ile tetikte, uygulamada.

Demokratik tepkilerin kullanılması yönünde yeterli toplumsal birikim ve geleneğin olmadığı ülkemizde yüzbinlerin, milyonların meydanlara akması beklentisi gerçekçi değil. Devletin tutuklama, kaybetme, işkence, mala el koyma, işsiz bırakma ve sayısız baskı yöntemleri ile oluşturduğu korku ortamını ortadan kaldırmak kısa süre içinde mümkün görünmüyor.

Toplantı ve gösteri hakkının hukuk dışı bir şekilde engellendiği, “kayyım”, “darbe”, “doğa talanı”, “barış tecrit edilemez” gibi sözcüklerin mitinglerde yasaklandığı bir ortamda demokrasi ve insan hakları katledilirken ne yapılabilir, faşizm, diktatörlük nasıl geriletilebilir, halka, insanlığa karşı suç işleyenler nasıl adalet önüne getirilebilir sorularına hep birlikte yanıt aramamız gerekiyor.

Bir grup milletvekilinin ve öfkesi devlet terörüyle dizginlenemeyen bir avuç serüvencinin protestolarıyla baskıcı devlet aygıtını geriletmek ve insana zarar bu mekanizmayı yenisi ve ilericisiyle yer değiştirmek de olasılık içinde yer almıyor.

Seçimsiz dört yıl bu gidişata katlanmak kabul edilebilir değil ama demokratik ve eşit yarışma koşullarının olmadığı; seçilmiş milletvekili ve belediye başkanlarının tutuklandığı, görevden alındığı; meclisin işlevsiz bırakıldığı; yalan, korku politikaları, provokasyon ve manipülasyonlarla seçmen iradesinin yönlendirilebildiği; düzen savunucusu Erdoğan karşıtı siyasi partilerin bir anda Erdoğan diktatörlüğünü destekler konuma geçebildiği; çoğunluğu oluşturan siyasi partilerin Kürt sorununda, baskıcı politikalar etrafında birleştiği; işçi ve emekçilerin hakları söz konusu olduğunda düzen partilerinin özde farklı politikalar üretmediği bir ortamda seçimlerle bir şeylerin düzeleceğini ummak da akıl karı gözükmüyor.

Öfkeye hakim olmanın güç olduğu böylesi bir ortamda çareyi namlunun ucunda görüp kır şehir demeden ya da diyerek isyan etmek ya da var olana katılmak pek çok dinamik kesim için ilk akla gelen yollardan biri.

Bu noktada tarihte zorun rolünün, hem zulmedeler hem de zulme direnenler açısından inkar edilemeyeceğini; savaşın, siyasetin başka araçlarla devamı olduğunu; ezilenlerin isyana son çare olarak başvurmak zorunda bırakıldığını teslim etmek de gerekiyor işin aslı.

Ancak siyasetin ve toplumsal yaşantımızın her zerresinin on yıllardır Kürt sorunu etrafında devindiği ve belirlendiği anı anlamaya, değiştirmeye çalışırken böylesi bir tutumun mevcut tarihsel momentte ne sonuçlara yol açtığını görmek gerekiyor.

Çok fazla acı yaşadık, deneyim edindik. Bizi sonuca ulaştıracak birikim fazlasıyla önümüzde duruyor. 1980’lerin ortasında Kürt halkının haklarını savunanların önünü açan, milyonlarca Kürdü ve dostlarını örgütleyen silahlı isyan bugün artık bu baskıcı devlet aygıtının vazgeçilmez ihtiyacı, en önemli dayanak noktalarından biri haline dönüşmüş durumda.

Devlet silahlı Kürt isyanı ile yaşamayı becerdi. Dahası onunla yaşamak istiyor artık. Bu şiddet onu ne yıkıyor ne topraklarının bir bölümünü koparıyor ne de yıpratıyor. Yıpratmak bir yana silahlı isyan devletin yalanlarını, terörünü gizleyen, onlara olur verilmesini sağlayan bir olgu haline dönüşmüş durumda.

Buna en iyi örnek çözüm sürecinin bitirilmesi. Öcalan’ın önerisi ve Kürt hareketinin kabulü ile yürütülen barış politikası ve çatışmasızlık ortamı kan ve şiddetle beslenen bir mekanizmayı gıdasız, nefessiz bıraktı. Savaşın durduğu bir ortamda gerçekler üzerindeki bulutlar aralandı ve AKP ilk çıkış dönemindeki oy seviyelerine kadar gerileyerek iktidardan düştü. Ardından da çareyi yeniden silaha sarılmakta, çözüm sürecini bitirmekte buldu. Bu sayede 7 Haziran’da kaybedilen iktidar yeni seçimin yapıldığı 1 Kasım’a kadar hayatını kaybeden yaklaşık bine yakın insanın cenazelerinin üzerinde yeniden ele geçirildi.

Bugün halk desteğini bir kez daha iktidardan düşecek boyutta kaybeden Erdoğan yönetimi yeniden şiddetli bir savaş ortamı yaratmanın peşinde. Fırat’ın doğusuna, olmadı nereye olursa olsun girerek yeni 1 Kasımlar yaratmak için patinaj yapıp duruyor. Kayyum siyasetiyle terörünü yükseltiyor. Halk, cenaze marşlarının eşliğinde, üzerlerine dirseklerin dayandığı “şehit” tabutlarının oluşturduğu tabloda devlet terörüne ve onun arkasına gizlenen yolsuzluk, hukuksuzluk siyasetine onay veren, göz yuman, milliyetçi hisleri tahrik edilmiş bir yığın halinde tutulmaya çalışılıyor. İktidar biliyor ki giden bir “şehidin” ardından binler geliyor. Sadece savaşmaya değil, oy vermeye, gerektiğinde linç vb. faşist saldırılar için verilen rolleri kabul etmeye de.

Kürt sorununu çözmek adına savaşta ısrar geçmişin tersine artık bu sömürü düzenine kazandırıyor. Bu politika ile büyük oranda örgütlenmiş Kürt halkının geri kalanı saflara katılmadığı gibi, toplumsal muhalefetin yanına çekilebilecek farklı kesimlerinin sistemle bağları güçlendiriliyor.

Kendini tüketmeye, tüketmese bile kırmaya götüren bu anlayış tartışılmalı, ardından yerine hangi yöntemlerin konulması gerektiği tespit edilmeli.

Bu tartışma bizi, zora ve zorbalığa karşı direnişin tarih boyunca hiçbir zaman tek boyutlu ve çaresiz olmadığını bir kez daha gösterecektir.

12 Eylül’ün baskısının en yoğun hissedildiği, muhalif örgütlerin işlevsiz kılındığı yıllarda ülkenin değişik alanlarında onca zulme rağmen direnç çiçekleri boy vermişti. Baskı mekanizmasının dişlileri arasında yaşam bulmaya çalışan muhalif dergiler, gazeteler internetin henüz hayal edilmediği bir dönemde sözleri incelikle seçerek yeniden mücadelenin taşlarını ördüler.

Yasal, hukuki, temel insan hakları arasında yer alan faaliyetler 12 Eylül döneminde gizlice yapılmak zorunda kaldı. Cuntayı, faşist uygulamaları, idamları protesto etmek o zamanlarda da çete yönetimini uygulayan devletin baskı mekanizması altında ezilmek anlamına geliyordu. Çoğunluğu üniversite gençliği devrimciler, demokratlar bu nedenle kimi zaman yasal faaliyetleri bile gizli yaptılar. Basın açıklaması yasak olunca korsan açıklamalar, yürüyüşler gerçekleştirildi. Yasal sloganlar gizli bir şekilde kuşlamalar halinde caddelere saçıldı, pullarla duvarlara yapıştırıldı, gizli gizli pankartlar asıldı. Cuntayı protesto eden metinler kasetlere kaydedildi, uygun düzeneklerle kalabalıkların dinleyebileceği ortamlara bırakıldı.

Gerçek yaşamdan sinemaya aktarılan Berlin’de Tek Başına (Alone in Berlin) filminde Otto ve Elise Hampel çiftinin Nazi Almanya’sında elle yazdıkları kartlarla Hitler diktatörlüğüne karşı verdikleri cesur mücadele anlatılıyor. Polisin uzun dönem ulaşamadığı çift yazdıkları 300’e yakın kartla “Ne etkisi olacak”, “Bir kartla mı insanlar değişecek” demeden Berlin’de Alman halkına gerçekleri, Hitlerin yalanlarını anlatmaya çalışmıştı. Otto ve Elise Hampel çifti sözlerini gizlemektense gizleyebildikleri kadar kendilerini gizlediler. Mücadele edeceklerse başka şansları da yoktu.

Bizler yine benzeri günlerdeyiz. Bedelini ödemeyi göze alacağımız, almamız gereken yasal, meşru faaliyetleri yine açık açık yapacağız. Bunlarsız olmaz. İktidar çıtayı henüz Hitler Almanya’sının düzeyine çıkaramadı.

Ama kimilerimiz için ise yasal sözlerin dahi gizlice söyleneceği dönemlerden geçiyoruz. Herkesten kahramanlık bekleyemeyiz ve kahramanlarla da savaşı kazanacağımızı düşünmemeliyiz. Demir Küçükaydın’ın mı sözü bilmiyorum, kendisinden okumuştum “Savaşları kahramanlar değil, korkaklar kazanır”. Evet, korkuyoruz, korkağız. Korkmak insani. Ayıp da değil. Ama korkaklar olarak, küçük büyük demeden bir şekilde mücadeleye girdiğimizde hem korkularımızı atıyor hem de kazanmaya doğru hızla yürüyoruz demektir.

Özgürlük, devrim, kitle mücadelesinden sadece binlerce insanı bir anda sokaklara dökmeyi, devrimci şiddeti anlayanlar; hayata, dönemsel özgünlükleri, mücadelenin farklı karakterlerini görmeden sadece namlunun ya da tek bir olasılığın ucundan bakanlar Hampel çiftinin verdiği mücadeleyi, damlaya damlaya birikenleri anlayamıyorlar. Ama onların gerçeklikten kopuk büyük yöntemleri ya duvarlara asılı hayal olarak kalıyor ya da gerçeğin ateşinde, yüreklerimizi yakarak eriyor. Farklı yöntemleri de kullandıklarını ileri sürseler bunların etkisi savaşın gürültüsünde duyulmaz, görülmez kalıyor.

Yeni bir Gezi’yi ateşleyecek kıvılcımları beklemenin de bir anlamı yok. O bir andı bizi hazırlıksız buldu, geldi geçti. 68 Paris’i gibi. Geziler, 68’ler adım adım, mücadele ile örüldüğünde başarı geliyor.

Evet, yaratıcılığımızı kullanarak gittikçe büyüyen kitleler halinde faşizme sınırsız sayıda dur demenin yollarını keşfedebilir, 12 Eylül’ün bizleri bulmaya zorladığı yöntemleri daha da geliştirebiliriz. Costa Gavras’ın Sıkıyönetim filmindeki gibi susturulamayan şarkılar çalabiliriz örneğin.

Ödediğimiz vergileri, hizmet bedellerini yandaşlarına, yakınlarına, kendilerine aktaran kayyumların yönettiği belediyelere olan borçlarımızı halkın seçtiği yöneticiler göreve gelene kadar ödemeyebiliriz. (Hırsızlara neden ellerimizle para verelim, çalışsınlar çalsınlar. Biz bir kenara not ediyoruz. Sonra tahsil edeceğiz halktan çaldıklarını).

Küçükaydın’ın önerdiği gibi bazen de gizlenmeden, sözsüz, slogansız, bayraksız sokaklara çıkabilir, boyumuzu görür, gösterebiliriz.

Hampel çiftinin kartları neden tekrar yazılmasın.

Bunların hiçbiri birlikte ya da tek başına faşizmi ortadan kaldırmayacaktır. Ama bu doğrultudaki hareket içinde basit, hafif gibi görünen bu demokratik mücadele araçlarının dönüşmesini, gittikçe daha etkili ve tayin edici biçimler almasını beklemek hayal değildir.

Daha da önemlisi Kürt hareketinin tercih edeceği araç değişikliği her kesimden insanların durup birbirini tanımasını, anlamasını, amaçlarda ortaklaşmayı kolaylaştıracaktır. Güçlü hareketler geleneğin ve alışılmışın yarattığı hantallığı yıkıp farklı manevralar yapma, zamanın dayattığı değişim ve dönüşümleri gerçekleştirme potansiyeline sahiptir.

Böylece Kürt sorunu ile birlikte diktatörlüğün neden olduğu işsizlik, yolsuzluk, hırsızlık, din ve emek sömürüsü, savaşlar, çevre ve iklim bozulması, ekonomik geri kalmışlık ve bağımlılık vd. sorunlarda bu temelde yükseltilecek ortak mücadele toplumun yarısından fazlasına ulaşan muhalif kitle içindeki Kürt sorununa duyarlı kesim ile diğerlerini daha fazla yakınlaştıracaktır. Yakınlaşma sonrası hedef ise birleşme ve mevcut siyasi partilerin anlayışlarını aşan ilerici bir kitle hareketi yaratmak olmalıdır.

Yeni kartlarımızı açalım, sonrası gelecektir.