Büyük anlamlar yüklediğimiz bu çağ ne çok acıları beraberinde getirdi. Milenyum demişlerdi bu teknolojinin ve iletişimin zirve yapacağı çağa. Gerçi daha başlangıcında internet ağlarının kendilerini revize edemeyeceği ve finans sektörü gibi birçok alanda çöküşler yaşanacağı öngörüldü ve bir kısmı da gerçekleşti. Yani milenyum çağı, kendini dönüştüremeyen bir çağ olarak başladı diyebiliriz; ama yine de mutluluğa, özgürlüğe, barışa, adalete, eşitliğe ve yaşanılır bir dünyaya dair umutlar yeşertmişti.

Bilimsel gelişmişliğin, akıl almaz ütopyaların hızla gerçekleştiği milenyum çağında ne yazık ki hiçbir ilerleme bir bütün olarak insanın ve insanlığın geleceğine hizmet etmedi, etmiyor. Küresel ısınmanın değiştirdiği klimatoloji, çölleştirdiği coğrafyalar, kuruttuğu sular, tükettiği yaşamlar gündelik keşmekeşler arasında hiçbir dünya liderinin ilgisini çekmiyor, sadece Hollywood yıldızlarının ödül törenlerinde sempatik bir alkışa vesile argümanı olabiliyor. Dünyanın kaderi kimsenin kederi değil, her lider bir muhasebeci edasıyla yılsonunda sunacağı cironun büyüklüğü ve bilançoların çokluğuyla övünmeye çalışıyor, kendini rakamlar üzerinden var ediyor.

İletişim kanallarının çoğaldığı milenyum çağında, devletler ve liderleri kendilerini iletişime kapattılar ve çağ bir önceki çağın saçma gerekçelerinden daha aptalca ve daha tutarsız gerekçelerle savaşlara sahne olmaya başladı. Hâlâ Birinci dünya Savaşı gerekçesi olarak ders kitaplarında liseli çocuklara yutturulan gerekçeye inanan var mıdır? Hani şu Avusturya-Macaristan veliahtının milliyetçi bir Sırp genci tarafından öldürüldüğüne dair hikayeden söz ediyorum. Devletlerin sömürge arayışları için uydurdukları bu yalanlara inanıyor musunuz? ABD ve müttefikleri Irak’ı neden vurmuşlardı hatırlıyor musunuz? Sözüm ona Irak’ın kimyasal silahları vardı. 11 Eylül İkiz Kule saldırıları tüm sırlarıyla orada duruyor. Afganistan, Irak, Libya, Sudan, Suriye… kan deryası.

Ekonomik olarak olmasa da diğer alanlarda Türkiye milenyuma güvenle girmişti. Kan kokan Ortadoğu coğrafyasında bir huzur ve emniyet limanıydı. Ara sıra komşu ülkelerle it dalaşına girse de birbirlerinin yüzüne gülümseyerek bakma mesafesi kalırdı. Kelin kafası külah altında misali bazı iç sorunları varsa da bunları küçük adımlarla giderme potansiyeli taşıyordu. Sahip olduğu kaynakları verimli kullanacak, genç potansiyelini harekete geçirecek ve adil bir paylaşıma giderken demokratik usulleri hayata geçirecek idealist bir öncü arıyordu. Çünkü ülke bir ihtiyar heyeti tarafından yönetiliyor ve çağı doğru okuyamıyordu.

2002 seçimleri sonrası değişen iktidar yapısı bir süre ezberleri bozdu. Muhalefetin şerh koyabileceği her argümanı ellerinden almasını bildi. Bugünlerde aşağılanan Esad ve ülkesiyle vizesiz geçiş anlaşması yapıldı. Hatta bizler Ceylanpınar, Harran, Akçakale, Suruç gibi komşu kentlerden Şam’a, Halep’e pasaportsuz gidip gelmeye başladık. İki ülke arasındaki mayınlı arazilerin temizlenmesi için ihaleler açılıyordu. Sıfır sorundan söz ediliyordu, şimdilerde “sıfır komşu” olduk.

Milenyuma başlarken Kürt sorunu da daha konuşulabilir bir düzeydeydi. Uluslararası faktörler olayla alakalı görünse de çok aktif görünmüyordu. Sorun devletin ve Kürtlerin kendi aralarında çözebileceği bir süreçteydi. Zaten Öcalan da o zaman yapabildiği tüm avukat görüşmelerinde bunu dile getiriyor, sorunu kendi aramızda çözmeliyiz; sorun uluslararası bir mesele olursa aktörler çoğalır ve sancılı süreçler yaşanır, sorun çözülmez, diyordu. Gelinen aşamada Türkiye, Kürt sorununda bir çıkmaz yola girmiştir.

Milenyumun en hızlı gelişen aracı olan cep telefonlarının şaka yollu gündelik yaşama kazandırdığı bir deyim vardır: fabrika ayarlarına geri dönmek. İletişim çağında bir bütün olarak Türkiye, fabrika ayarlarına geri dönmüş ve çözümsüzlüğe yönelmiştir. Oysa yönelmesi gereken yeni paradigma “Barış ve kardeşlik süreci”dir. Yoksa bu gidişat hem içte hem dışta çok kaybettirir.