Konuk, Doç. Dr. Niyazi Kızılyürek

Tarih: 6 ŞUBAT PAZAR (2011)

Saat: 18.00

Mekân: LİVANE

(Osmanağa Mahallesi, Osmancık Sokak, No: 11, Kadıköy/İstanbul)

(0216 414 40 96)

[email protected]

http://nehirmuhabbetler.blogcu.com


Doç. Dr. Niyazi Kızılyürek'in Fransız Hükümeti’nin verdiği ‘Bilimsel Çalışmalar Dalında Şövalye Nişanı’ ödül töreninde yaptığı konuşma, 27 Ocak 2006, Lefkoşa


Niyazi Kızılyürek: “Bu ödülü aldıktan sonra da ‘uslu çocuk’ olmayacağım… ‘Huzur-bozucu’  biri olmayı sürdüreceğim…”

1963 yılında doğduğum köyü terk etmek zorunda kaldığımda dört yaşındaydım. Göç ettiğimiz getto’da okula gittim. Orada okuma yazma öğrendim. İtiraf etmem gerekir ki okul hayatım da çocukluğum gibi normal insanlar bakımından biraz ‘anormal’ sayılacak koşullar içinde geçti. Çocukluk yıllarından içimde kalan en temel duygu, savaş korkusuydu.

Kıbrıs, tarihte ancak Balkanlarda gördüğümüz türden bir etnik-çatışma içinde yaşıyordu. Yüzyıllarca aynı mekanı paylaşan Kıbrıslı Rumlar ve Türkler, şimdi, kendilerini önce kafalarının içinde çizmiş oldukları etnik sınırlar içine hapsetmişlerdi. Sonra da karşılıklı olarak etnik kamplara bölünmüşlerdi. O dönemde yaşanan etnik şiddetin altında, ilkel bir haklılık anlayışının yattığını -daha Freud’u tanımadan çok önce- çocuk yaşımda öğrenmiştim. Haklılık duygusundan türeyen şiddetin önce insanları ‘mağrur’ ve ‘burnu büyük’ bir duruma getirdiğini görüyordum. Sonra da etnik şiddetin içine yuvarlanan bu insanların aynı zamanda ‘mağdur’ olduklarını evlerini, işlerini, arkadaşlarını kaybedip göçmen olduklarını da gördüm. İşte bu ortamda, birbirlerine kurşun sıkan insanların zihinlerinde, ‘tek- gerçeğin egemen olduğu’ birer dünya kurulmuş olduğunu yaşayarak anlamıştım.

Kurşun sıkar gibi “hakikat” sıkan toplumlar, her şeyden çok, düşünmeyi öldürüyorlardı. Immanuel Kant’ın deyişiyle, bu insanlar “akıllarını kullanma cesareti”ni kaybetmiş, onun yerine, “adam öldürme cesareti”ni ortaya koymuşlardı. Toplumun en küçük hücresi olan aile ortamında, okulda ve kamusal alanın her boyutunda tek-gerçeğin egemenliği hüküm sürüyordu. Kendi kafalarına göre tanımladıkları hak arayışı Kıbrıslı Rum ve Türkleri şiddete sürüklüyor, şiddet de öncelikle düşünme eylemini ortadan kaldırıyordu.

Yine de, insanın düşünme ve akıl yürütme kapasitesinin, her şeye rağmen, yok edilmeyeceğini fark ettim. İlk gençlik yıllarımda, öğretmen ve okulla alay etmek, Türkiye’den yollanmış olan komutanı ve mücahitlerin doluştuğu garnizonu eğlenceli ve ironik bir edayla reddetmek, yani onların gerçekleriyle ile dalga geçerek düşünmeye çalışmak mümkün olabiliyordu. Yıllar sonra, İtalyan Marksist’i Antonio Gramsci’yi yargılayan hakimin, ona mahkeme kararını tebliğ ederken “size 24 yıl düşünmeyi yasaklıyorum” dediğini ve Gramsci’nin 24 yıllık hapishane yaşamında üretken olduğunu büyük bir keyifle okuyacaktım. Tepeden gelen emirlerle düşünme eyleminin engellenmesi pek mümkün değildi.

Evet, daha ilk gençlik yıllarımda ben ve benim gibi pek çok “yaramaz” genç, emirler doğrultusunda düşünmeye karşı çıkarak, tek-gerçekli toplumun kurumlarıyla dalga geçebiliyorduk. Peki ama, bunun kaynağında ne vardı? Bütün baskıcı ve otoriter bir yapının varlığına rağmen nasıl bu noktaya gelebilmiş, nasıl farklı düşünmeyi becerebilmiştik? Aslında, düşünme eylemi öğretilen bir şey değil miydi? Ve bizim üzerimizde düşünme eyleminden uzak durmamız konusunda baskılar yok muydu?

Bu sorunun cevabı basittir: Yaşamak. Hayatın kendisi, “zor” ve “rıza”ya dayalı consesüse rağmen, daha geniş bir biçimde hareket etmemizi zorluyordu. Gerçek dünyanın renkleri, çeşitliliği ve hayatın kendi içinden fışkıran kozmopolitizmi milliyetçi elitlerin kafasındaki tek gerçekli dünyayı her gün bir miktar daha törpülüyordu. Daha sonra Freud’u okuduğumda, buna adına ‘Eros Tribi’ adını taktığını öğrenmiştim. Freud 1932 yılında Albert Einstein’a yazdığı bir mektupta yaklaşan savaşa karşı direnmenin tek yolunun Eros Tribi’nin harekete geçirilmesi olduğunu yazmıştı. Evet, hayatın bizatihi kendi karmaşıklığı savaşan tarafların ‘tek-gerçekli’ dünyalarını ezip geçiyordu.

Getto’de yaşarken tabii ki Freud’un yazdıklarından haberimiz yoktu. Ama gençtik ve delikanlıydık. Getto’da egemenliğini kurmuş olan ve içimizdeki şiddete dönük negatif enerjiyi dışarı çıkaran ‘Thanatos Tribine’ karşı, Eros Tribi kendiliğinden harekete geçmişti. Etrafımızda olup bitenlerle dalga geçerken bir anlamda eleştirel düşünceyi keşfediyorduk. Aslında büyüklerimiz için “huzur bozucu” sayılabilecek şeyler söylüyorduk. Ne var ki, “huzur bozucu şeyler” söylemenin, benim de bir gün huzurumu bozacağını çok geçmeden yaşayarak öğrenecektim.

Getto’da hüküm süren ve içimizi karartan milliyetçi havayı protesto etmek için toplandığımız bir pavyon’da, yüksek sesle okuduğumuz, “Doğu Batı, Gavur Müslim Bir Bana” şarkısından rahatsız olan komutanın, nasıl içeri dalarak bizi kovaladığını hala bugün gibi hatırlarım. Evet, “iktidar” denilen bir şey vardı ve o, Eros’tan pek hoşlanmıyordu.

1974 savaşı bizi Getto’dan aldı ve başka yerlere taşıdı. “yeni evimiz” olarak bize verilen ve aslında bize ait olmayan o eve ilk gittiğimizde, bütün sevinç ve coşkuya rağmen, insanların vicdanlarda “merhamet” duygusunun silinemediğini gördüm. Nihilist düşünür Schopenheur’a bile insanlığın geleceği hakkında “umut” aşılayan o merhamet duygusu, suçluluk duygusuyla karıştığında, insan, her şeye rağmen, gelecek hakkında daha iyimser olabiliyordu.

Lise’den sonra kendimi Almanya’da bulduğumda, barışın ve barışmanın en önemli sebeplerinden birinin “suçluluk-duygusu” kendi kendine itiraf etmiş olmakla ilişkili olduğunu gördüm. Hegel doğru söylüyordu. Kendimizi haklı saymak, ne kadar haklı olursak olalım, hakikatin sadece bir parçasıydı. Dolayısıyla göreceliydi. Bu göreceli hakikate ölümüne bağlı olanlar, trajik bir konuma düşmekten kurtulamazlardı. Trajedi’den çıkmanın yolu ise, “haklı” olduğumuz kadar, “suçlu” olduğumuzun da farkına varmaktı. Bunu, Almanya’nın entelektüel havasını soluyarak öğrendim.

Sadece “haklı” değil, aynı zamanda “suçlu” da olabileceğimizi; sadece “mağdur” değil aynı anda “mağdur eden taraf” da olabileceğimizi kavramak, ancak kendimizi “öteki”nin yerine koymakla mümkün oluyordu.

İlk kitabımı, böylesi kaygı ve entelektüel arayışlar içinde yazdım ve ülkemde egemen olan “tek-sesli-koro”ya katılmayı reddettim. Tabii ki bu kararım iktidar sahiplerinin hoşuna gitmemişti. Böylece, genç yaşımda “hain” damgasını yedim. Nobel ödüllü yazar Amos Oz’un çok güzel ifade ettiği gibi, “değişmek istemeyen ve değişimden korkanların gözünde değişen ve farklılaşan herkes ‘hain’ oluyordu.”

Yıllar sonra, Rum kesiminde Kıbrıs Üniversitesi’nde çalışmaya başladığım zaman, üniversite kütüphanesinden kitaplarımı çıkarmak, hatta beni üniversiteden attırmak isteyen heyecanlı gruplarla karşı karşıya geldiğimde, bilgi üretiminin pek de masum bir şey olmadığını bir kez daha yaşayarak öğrendim. İnsanın kendini eğitmesi ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi üretmesi onu zor seçeneklerle karşı karşıya bırakıyordu. Aslında bilimsel çalışmalar kariyer merdivenini çıkmanıza yardımcı oluyordu. Ama sorumlu bir yurttaş olarak, yani entelektüel kaygılarla belli konularda tavır aldığınız zaman hemen iktidarların hışmına uğrayabiliyordunuz. Bu noktada, tercih yapmak zorunda kaldığınızda, eğer iktidardan yana tavır alırsanız akademisyen olarak hayatınıza devam edersiniz ama çok sıradan bir meslek icra etmiş olursunuz. Aslında, iktidar sahiplerinden yana tavır aldığınızda, işinizi de doğru dürüst yapamazsınız. Hemen bazı “kötü alışkanlıklar” edinirsiniz. Edward Said’in dediği gibi, örneğin “fazla politik görünmek istemezsiniz, adınızın oyunbozana çıkmasından korkarsınız, hep bir otoriteden onay almanız gerekir, dengeli, nesnel, ılımlı biri olarak kazandığınız ünü korumak istersiniz, günün birinde bir şeref payesi, bir ödül kapmak istersiniz... Bir entelektüel için bu zihinsel alışkanlıklar tamamen yozlaştırıcıdır”.

Bugün, burada beni son derece onurlandıran bu ödülü alırken Edward Said’in uyarılarını, kendime bir kez daha hatırlatmayı gerekli görüyorum. Bu ödülü aldıktan sonra da “uslu çocuk” olmayacağım. Edward Said’in bahsetmiş olduğu “kötü alışkanlıklar”dan ve iktidar sahiplerine yakınlığın getirdiği nimetlerden uzak durmaya çalışacağım. Hayatımın bundan sonraki evresinde aynen Voltaire’in gösterdiği yoldan giderek “huzur-bozucu” biri olmayı sürdüreceğim:

 “Le secret d’ennuyer est de tout dire”.  Yani, “Huzur bozucu olmanın sırrı, huzur bozucu olan kişinin her şeyi söylemesidir.” Voltaire’in üzerinde durduğu bu özellik, benim için iyi akademisyen olmanın ‘vazgeçilmez’ şartlarından biridir. Voltaire’i biraz değiştirerek okursak, “iyi bir akademisyen, her şeyi korkmadan söyleyebilen bir insandır.”

Sayın Büyükelçi, size ve Fransa’ya teşekkür ederim.

Ayrıca bugün burada bulunan herkese teşekkürler…