Workwomen yazarı Esra Ece Kutlu, İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile feshedilmesini ve kadın mücadelesini yazdı.

İstanbul Sözleşmesi’nin Türk aile yapısını bozan bir tarafı olmadığını ifade eden Esra Ece Kutlu, “Temel de olması gereken, bir insan hakları sözleşmesiydi. Çok sulandırılan; marjinalize edilen kısımlarına rağmen, aslında öyle “Türk aile yapısını bozan” tarafı yoktu…  Elbette ki eşinize/çocuklarınıza/sevgilinize şiddet uygulama fikri sahibi ve/ya şiddete meyilli değilseniz… Hayatınızdaki kadını (eş/sevgili), seks kölesi olarak görüp; rıza dışı ilişkiye zorlama amacınız yoksa veyahut da… Söylendiği gibi; LGBTİ’lara, sonsuz güvence, eşcinsel evliliklere de kapı aralayan tarafı da yoktu… Olanı; cinsel yönelimi/cinsiyet kimliği sebebiyle, kimsenin ayrımcılığa uğrayamayacağı/uğramış ise, zanlıların adil cezalar alması gerektiği idi” dedi.

Kutlu, “Şiddetin; nefretin öznesiyseniz, günlük hayatınızın parçası ise, her güne ortalama 2 kadının öldürüldüğü coğrafyada yaşıyorsanız, ‘seve seve’ bazı hakları, uğradığınız haksızlıkları da öğrenmeye “gönüllü” oluyorsunuz” ifadelerini kullandı.

Esra Ece Kutlu’nun, “İki Dudak Arasında Yaşamlar” başlığı Workwomen’de yayımlanan yazısı şu şekilde:

“Bu ülkede kadın olmak zor, kadın olarak ölmek kolay.” Cümlenin kime ait olduğunu anımsamıyorum, sosyal mecralarda gördüğüm garantidir. Nasıl da özlü, taştan da ağır bir söz…

Vakti zamanında, ballandıra ballandıra anlattıkları, “başarı” hikayelerinden birisi de “İstanbul Sözleşmesi” idi. Ta ki dün gece, Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile sözleşmeden geri çekilene kadar.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ DE “ZAMANI GELİNCE, İNİLEN TRENMİŞ…”

Oy birliğiyle kabul edilen; 24 Kasım 2011 tarihli, asıl adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan, “İstanbul Sözleşmesi”nin meclisten geçmesi üzerine, AKP ve MHP’nin, meclis tutanaklarına yansıyan kutlama mesajlarıyla göz atarak başlayalım mı? O günden bugüne ne değişti acaba?

MHP/ Mersin Milletvekili/ Mehmet Şandır: “Değerli milletvekilleri, öncelikle saygılarımı sunuyorum. Gerçekten, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin böyle ortak öznelerde uzlaşma örnekleri ortaya koyma ihtiyacının olduğu bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir kanun tasarısını gündeme getirdikleri için, Sayın Nurettin Canikli’ ye de teşekkür ediyorum…”

AKP/ Giresun Milletvekili/ Nurettin Canikli: “Sayın Başkan, değerli milletvekilli arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum… Arkadaşlarımızın da ifade ettiği gibi, Türkiye, bu sözleşmesinin hazırlanmasında ve sonuçlandırılmasında öncülük eden ülkelerden bir tanesi, on üç ülkeden de bir tanesi. Türkiye’de imzalandı, mayıs ayında imzalandı sözleşme. Ve daha önemlisi belki, Parlamentosundan geçiren, yasallaştıran ilk olma onuru da inşallah bize ait olacak biraz sonra; hepimize ait olacak, bütün milletvekillerimize, bütün gruplarımıza ve Türkiye’ye ait olacak. Bu gurur gerçekten çok tarihi bir anın da aynı zaman da yansımasını ifade ediyor…” (Sera Kadığil/Twitter)

Bu serüvenle başlamıştı, sözleşmenin yolculuğu. Böyle büyük cümlelerle, “bir başarı hikayesi” pazarlanmıştı, gerçek iç gerekse de dünya kamuoyuna…

Peki, durduk yere, kimi hukukçulara göre; “Kadınların Anayasası” diye adlandırılan, özde de İnsan Hakları Beyannamesi’nin günümüzdeki, en yeni versiyonu sözleşme, niye ortaya atılmıştı? Biz, niye bunca üstünde durduk, öncüllerinden olmuştuk?

Aslında, çok özgürlükçü, kadını insanileştirdiğimizden değildi… AİHM’den (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi), Nahide Opuz davasında “Aile İçi Şiddeti Önlemediği” gerekçesiyle, ceza almıştı Türkiye Devleti…

Nahide Opuz, 5 yıl birliktelikten sonra evlendiği eşi tarafında defalarca şiddet görmüş, bıçaklı saldırıya maruz kalmış, arabayla ezilmeye çalışılmış, 3 çocuklu Diyarbakırlı bir kadındır. Yaşadığı şiddetler sonucu; birkaç kez yetkililere başvurmuş, kocasına etkin ceza verilmesini sağlatamamıştır.

Yine bir şiddet olayı sonrası; annesi ve çocuklarıyla İzmir’e gitmek isterken, maktul tarafından yolları kesilmek sureti ile; annesinin ölümüyle sonuçlanmış, 2002 yılında da davasını AİHM’de taşımıştır.

AİHM, başvuruyu AİHS’nin(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi), 2. maddesi (yaşam hakkı) ile, “işkence ve insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağı”nı düzenleyen 3. madde “mahkemelere etkin başvuru hakkı”na dair 13.maddesine göre değerlendirdi.

“Kadınları aile içi şiddetten koruyan yasa bulunmadığı ve de ayrımcılık yapıldığı”, AİHS’nin de 14. Maddesinin de çiğnenildiği de belirterek karara bağladı.

Opuz davası ile, ilk kez bir devlet “Aile İçi Şiddeti Önlemediği” gerekçesiyle de ceza almış oldu… Kısa adı, İstanbul Sözleşmesi olan metne, zemin hazırlayan da Nahide Opuz davasıdır.

NE VAAD EDİYORDU DA BUNCA RAHATSIZLIK YARATTI?

Temel de olması gereken, bir insan hakları sözleşmesiydi. Çok sulandırılan; marjinalize edilen kısımlarına rağmen, aslında öyle “Türk aile yapısını bozan” tarafı yoktu… Elbette ki eşinize/çocuklarınıza/sevgilinize şiddet uygulama fikri sahibi ve/ya şiddete meyilli değilseniz…

Hayatınızdaki kadını (eş/sevgili), seks kölesi olarak görüp; rıza dışı ilişkiye zorlama amacınız yoksa veyahut da… Söylendiği gibi; LGBTİ’lara, sonsuz güvence, eşcinsel evliliklere de kapı aralayan tarafı da yoktu… Olanı; cinsel yönelimi/cinsiyet kimliği sebebiyle, kimsenin ayrımcılığa uğrayamayacağı/uğramış ise, zanlıların adil cezalar alması gerektiği idi.

“KADINLAR ANAYASAYI ÇALIŞMIŞ DA ÇIKMIŞ ALANLARA…”

Şiddetin; nefretin öznesiyseniz, günlük hayatınızın parçası ise, her güne ortalama 2 kadının öldürüldüğü coğrafyada yaşıyorsanız, ‘seve seve’ bazı hakları, uğradığınız haksızlıkları da öğrenmeye “gönüllü” oluyorsunuz…

TV’ler, radyo haberleri, sosyal medya veya başınızı çevirdiğiniz her yerde hunharca katledilen kadınlara, kadın haberlerine rastlıyorsanız da en kötü; katillerin sırtlarının nasıl sıvazlandığını, kollandıklarını izlerken, içi boşaltılan hukukun, çiğnenen anayasa maddeleri de beyninize kazınıyor…

Herkes bilmekte ki, CB Kararnamesi ile; gece yarısı yetki gaspıyla, İstanbul Sözleşmesi’nden tüyüldü… Meclis çoğulunun oyuyla kabul ettiğimiz, çekilme yetkisinin de sadece meclis kararıyla alınması gerektiği halde…

Kadın olmak; haklarınızı bilmeye itilmek demek… Asgarî haklarınıza uluşamıyor olsanız, ayrımcılığa uğrasanız, kadın olduğunuz için; erk’ek sistemince, zatî her daim suçlu görülseniz de bahanemiz yok, bilmek zorundayız…

Kadınlar, hiç beklemediğiniz yerde; sizi sobeleyebilir, ilmeği kimin taktığını, aleni şekilde ifşalayabilirler… Hem de öyle ustaca yaparlar ki, madde madde sayarlar ihlal edilen yasaları…

Çalışkan öğrenciler gibi “Kadınlar anayasayı çalışarak sokağa çıkmış”tı… Sevgili Önder Algedik’in taktir de yüklü tümcesinde belirttiği gibi… Kadın olarak, ben cevap vereyim, teşekkürümü de sunarak; bu coğrafyada kadın iseniz, başka da şansınız yok mirîm… Yaşamak; ateşten gömlek ise hele de…

40 milyonluk, koca bir yalnızlık… Bakmayın sayımızın çokluğuna; birbirimizin ellerini tutmuyor olsak, yasalar önünde hepimiz yalnızız oysa… Sömürüden arta kalan posalarımız; dini cemaatlerin, 3-5 oy uğruna bezirganların, konsolide edecekleri kitlelerinin önüne atılacak kadar yalnızız…

Düşman toprağı kuşatmışçasına, gece yarısı nefret ve düşmanlık kokan; kadın bedeni üzerinde en ağır cinsel aşağılamalarla dolu “morardınız mı” tiksinti temalı, hastag açılacak kadar da yalnızız aslında, biz kadınlar…  Uğradığımız cinsiyet temelli aşağılamanın, “fikir özgürlüğü” sayılması kadar da yalnızız…

Genç bir kadının şaşkınlık, korku dolu “güvende hissetmiyorum” paylaşımı altına:” girdisi çıktısı hepsi 20 dakika… o kadar da korkma…” yazılacak kadar da “düşman toprağı bedenlerimiz…” Eyleme döker ise, nasıl da kolay yırtacağını bilmenin huzuruyla yazan, o vahşiyle aynı havayı solumaya mahkumuz… Kadın olmak ile suçluyuz!

KURBAN VERMEDEN OLMAZ DİYORLAR…

Aile içi şiddet ve suçlar, kadına dair suçlar; sırf 2 cümlede LGBTİ ’lara atıf var diye, “kutsal aile değerleri” bahane edilerek, kaldı ki yürütülmeyen sözleşmeden de çekildiler… Bakın yürütülmediği halde, sözleşmeden doğan haklar talep ediliyor diye, bir gece yarısı beyanı kadın olanların hakları gasp edildi… Kadın+’lar, gizli kapılar ardında; pazarlık malzemesi, al takke ver külaha dönüştü…

Hemen ertesi akşam saatlerinde; öğrendik ki birinden çıktık ama , öz be öz kendi  ürünümüz “Ankara Sözleşmesi” yolda imiş… Ne mi vardır içinde: ben, benim haklarım yoktur mesela, trans kadın olarak… Evlilik dışı ilişkideki kadınlar yoktur veya… İmam nikahlı değiller ise yahut…

 “Yerli ve milli değerlere aykırı” kimse/ler yoktur sanki… Kendi mübâh kadınları, aileleri, aile adında üstlerimizdeki ‘gizli kırbaç’ gölge gibi dursa da yerini koruyacak, korumakla kalmayıp sağlamlaştıracaktır yani… Sana, bana yaşam hakkı beklemek, hak getire…

BÜTÜNÜ OKUMAK LAZIM…

Hafta ortası başlayan, Ömer Faruk Gergerlioğlu’ nun vekilliğinin düşürülmesi, HDP’ye açılan kapatma davası, İmamoğlu’na verilen ceza, kışla yapamadıkları Gezi Parkı’nın; yandaş vakfa tescillenmesi, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, dün gece yarısı Diyarbakır/Muş ve Ordu/Giresun arası bazı sınırların yeniden dizaynı…

Geçen haftaya, haftanın son 4 gününe sığanları bütüncül okumakta gerekli. Göz önüne; hem bir hesaplaşma, bir yandan da sınır düzenlemesi ile, seçim sistemindeki “dar bölge/daraltılmış bölge” arzularının gün yüzüne çıkması, o yolda atılan adımlar olduğu görülmekte…

Baskın bir seçime hazırlık belki de… Önlerinde engel gördüklerinden sahayı temizlediklerinde, ittifaklarına yenilerini eklediklerinde. Sanırım, çoğumuz sözleşmeden çekilmeyi; Saadet Partisi’ ne de göz kırpma olarak okuyoruz. Tıpkı kapatma davasının, küçük ortağın sahada elini güçlendirmek için atılan, adım da olduğu gibi…

Giriş ne idi, şu an ne okuyoruz. Evet, farkındayım geldiğimiz nokta, günlük siyasete bağlandı. Son haftanın, bir bütün olduğu düşüncesindeyim, düşünenlerindenim.

An kaçırmamak lazım, içinde yaşadığımız ülkede, hele de şu günlerde…Misal; cuma akşam erken uyuyacağım tuttu, sabah bir sözleşmemin olmadığını öğrendim, kadın olarak.

Uyandığınız bir sabah, kendini Muşlu bulan Diyarbakırlı kadar, hayata Fransız kalmak istemiyor iseniz; an be an sosyal mecraları, resmî gazeteyi, hele de 02.00 saatlerine denk düşen kararnameleri izlemek zorundasınız… Bir de çarşamba günlerini… Çarşamba’nın gelişi, cumadan belli oldu oysa ki…