Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Reza Zarrab'ın ABD yargısıyla anlaşması, Türkiye ve İran'daki suç ortaklarını açığa çıkarması demek. Bu, Türkiye'de bazı çevreleri görünür biçimde tedirgin ediyor” dedi. MHP-AKP ortaklığına da değinen Günay, “Ortaklık, HDP'yi demokratik siyasetten tasfiye etmek hedefinde oluştu” diye konuştu.

Cumhuriyet Halk Partisi'nden (CHP) 2004 yılında ihraç edildikten sonra 2007 yılında AKP’ye geçen ve Kültür Bakanlığı yapan siyasetçi Ertuğrul Günay, 2013 yılında AKP tarafından ihraç istemiyle disipline sevk edildiği için istifa ederek AKP ile yollarını ayırdı. 

Günay, Reza Zarrab davasını, iktidarın Atatürk çıkışını, MHP-AKP ittifakını, Türkiye'nin dış politikası ve gündemdeki konuları Yasin Kobulan'a değerlendirdi. 

Günay'ın mezopotamyaajansı.com'da yer alan söyleşisinin bir bölümü şöyle: 

Reza Zarrab davası son günlerin en çok konuşulan konuların başında geliyor. “Kumpas”, “tuzak” diyenler var. Zarrab konuşursa davanın ucu kim veya kimlere dokunur? Zarrab olayının bu noktaya gelmesinde hükümetin payı ne?

Reza Zarrab, 17-25 Aralık operasyonları sırasında duyduğumuz bir isim. Yakın yıllarda Türkiye vatandaşlığı statüsü verilmiş genç bir İranlı. İran'a uygulanan ambargoyu, BM kararlarına aykırı yöntemlerle delerek haksız kazanç sağladığı konusunda ciddi iddialar var. Tabii bu iş ve işlemleri yaparken yalnız değil; Türkiye ve İran'da bazı siyaset adamları ve banka çevreleriyle işbirliği yaptığı ve bunlara da haksız çıkar sağladığı söyleniyor. Türkiye dışında dünya kamuoyunca da şimdilik bilinenler bunlar.

Bu haksız çıkar ilişkilerinin İran ayağı, İran'da yönetim değişince yargılandı ve sorumlulara önemli cezalar verildi. Türkiye ne yazık ki bu iddiaları ciddi bir yargılama sürecinden geçirmek yerine, siyasi tartışma ve taraflılıklara kurban etti ve geçiştirmeyi tercih etti. Ancak İran ve ABD kendi açılarından işin arkasını bırakacak görünmediği için, Zarrab ABD'ye giderek bir süre tutukluluğu göze aldı ve galiba şimdi ABD yargısıyla anlaşma yolunu seçerek şartlı kurtuluşu elde etmeye çalışıyor.

Zarrab'ın ABD yargısıyla anlaşması, Türkiye ve İran'daki suç ortaklarını açığa çıkarması demek. Bu ortaklıklar kime ve nereye kadar uzanır, şimdilik bilmemiz imkansız. Ancak bu ihtimaller, Türkiye'de bazı çevreleri görünür biçimde tedirgin ediyor. Çünkü bizim bilmediğimiz ilişkileri ancak Zarrab ve Zarrab'ın Türkiye'de işbirliği yaptığı çevreler biliyor. Bu ilişkiler pek 'hayırlı' olmasa gerek ki, şimdiden Zarrab'ın söyleyeceklerine karşılık, bir “düşman ABD ve hain itirafçı Zarrab” dizi senaryosu yazılmaya başlandı ve sahnelenmeye çalışılıyor. Oysa anlaşma ihtimali böylesine açık biçimde ortada yokken -daha birkaç ay önce- 'ABD ile ilişkilerimizin çok iyi olduğu' ve Zarrab davasının da 'bizimle ilgisi olmadığı' söyleniyordu. Keşke öyle olsaydı!

Ülkenin diğer bir gündemi de son dönemlerde AKP’lilerin “Atatürk sevdası.” İktidarın bu konudaki hesabı ne?

Atatürk, Türkiye içinde olduğu kadar dünya önünde de Türkiye'yi simgeleyen bir değer olarak varlığını ve önemini koruyor. Muhalefetin çeşitli kanatlarını, bayrak gibi çevresinde toplayabiliyor, bir araya getirebiliyor. İktidarın son yıllardaki tutum ve söylemi, bu gelişmede etkili oldu; Atatürk'ü -iktidarın karşısında- önemi gittikçe artan bir simge haline getirdi. AKP'nin seçim stratejisi üzerinde çalışanlar bu gerçeği görüp, taktik değişikliği ihtiyacı duydular. Bu ihtiyacı iktidarın MHP ve ulusalcı-milliyetçi yeni müttefikleri de dayatmış olabilir. Çünkü Atatürk'ü karşısına alan bir siyasi blokun, sandık oyunlarıyla da olsa, yüzde 50+1'i yakalaması zor, hatta imkansız. Ama bunun Cumhuriyetçiliğin ötesinde bir modernleşme ve çağdaşlaşma simgesi olan Atatürk'ü içselleştirme olmadığı çok açık, bu Cumhurbaşkanlığı seçimine dönük bir seçim taktiği.

Türkiye’de sadece iç siyasette değil dış siyasette de işler iyiye gitmiyor. ABD’yle yaşanan kriz çözülmedi, derinleşti; Türkiye, Rusya ve İran’la yakınlaşmaya başladı. Şimdi de Suriye’nin geleceği üzerinden böyle bir yakınlaşma var. Siyasi çözümde anlaşan ABD ve Rusya, Türkiye’ye Suriye krizinin çözümde rol verir mi?

Türkiye, dış politikada görülmedik sorunlar ve tam bir sürükleniş yaşıyor. Cumhuriyet tarihinde bir benzeri yok. İktidarın durumu, Rusya ve Avrupa devletleri (düvel-i muazzama) karşısında, birinden korunmak için sürekli ötekinden medet uman çöküş dönemi Osmanlı ricalinin çaresizliğine benziyor. Bu sürükleniş, 2012 sonrasında, yatıştırıcı-barıştırıcı bir rol oynamak yerine, kısa sürede iktidar değişikliği hayali ve yeni iktidarı gütmek hevesiyle Suriye girdabına adım atmakla başladı. O tarihten bu yana girdap bizi içine çekti, çekiyor. Şimdi, ABD ile birlikte girdiğimiz bu maceradan Rusya'nın yardımıyla çıkmaya çalışıyoruz. Nice acılar, ölümler, kıyımlar, yıkımlarla dolu 6 yıldan sonra. Oysa 2012'de bu maceradan sakınmamız gerektiğini söylediğimde, bana “6 ay sürmez” denilmişti.

Gelinen noktada ABD ve Rusya (ve bölgenin -bizim yerimize- yükselen güç merkezi olarak İran) Esad'ın gitmesini değil, bu savaşın en kötü ürünü olarak Ortadoğu ve tüm dünyanın başının belası haline gelen İŞİD'in temizlenmesini birinci mesele haline getirmiş görünüyor. Yeni siyasi çözüm bu temizlik üzerinde inşa edilecek. Türkiye'nin de bu noktada itirazı mümkün değil.

İktidar Suriye meselesinde de PYD’yi yani Kürtleri istemediğini her fırsatta dile getiriyor ve bunun için de elinden gelen her şeyi yapıyor. Ancak Rusya da ABD de “Kürtsüz olmaz” diyor. Suriye masasında “Kürtsüz” bir yaklaşım çözüm olur mu, Türkiye’nin beklentileri karşılanır mı?

Türkiye, 6 yıl önce Esad'ın gitmesi üzerine inşa ettiği Suriye ve Ortadoğu hedeflerini, şimdilerde Suriye Kürtlerinin özerklik ve benzer statüler kazanmasını engellemek seviyesine indirdi. Bu, "Kürt, anasını görmesin!" hedefi, içeride iktidarın yeni müttefiklerinin de sahiplendiği bir çıta. Ancak bu talebin ABD ve Rusya'dan uzun vadede ve kalıcı destek bulması zor; belki bu konuda İran'la geçici bir oydaşma sağlanabilir. İran'ın adımlarının ise taktik değil, stratejik olduğunu ve ileride Türkiye'ye nasıl bir fatura şeklinde döneceğini düşünmek, hesaplamak gerekir.

Türkiye'nin Ortadoğu'da yapması gereken, Suriye ve Irak Kürtlerinin yeni statüler ve haklar elde etmesini engellemek değil, onların kazanılmasına yardım etmektir. Bu yardım, Türkiye'ye Ortadoğu'nun kaotik yapısı içinde yeni dostlar, ticari, ekonomik, siyasi yeni ilişki ve açılımlar sağlayabilir. İçeride de barışçı bir ortamın kurulmasına katkı yapabilir. Komşu coğrafyalarımızdaki bu tür oluşumların, bir 'bölünme/ayrılma' rüzgarı halinde bize geri dönmemesinin yolu, Kürtleri, otokratik Arap rejimlerinin baskısına teslim etmek değil, Türkiye'yi ekonomisi ve demokrasisi ile bölgenin ve dünyanın saygın bir üyesi yapmaktan, ayrımsız tüm yurttaşların esenlik ve mutluluğunu sağlamaktan geçer.

2013 yılında başlayan “çözüm süreci” Türkiye’ye ekonomik ve siyasal olarak büyük bir rahatlama dönemi yaşattı. Ardından Cumhurbaşkanı’nın reddiyle süreç sonlandı. O süreçten bu yana PKK Lideri Abdullah Öcalan ile görüşme yasağı getirildi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

2009'da “Açılım” ve 2013'de “Çözüm” süreçleri, yol ve yöntemlerine bazı itirazlar olsa da -ki benim vardı- Türkiye için büyük bir umuttu. 20. yüzyılın başında Kurtuluş Savaşımızın başarılmasında büyük katkısı olan dayanışmanın, eşit yurttaşlık ve çoğulculuk temelinde 21. yüzyılda yeniden kurulması, Türkiye'yi kendi içinde ve dünyada çok özel bir yere taşıyabilirdi. Barış ve demokrasi süreci ülkenin ekonomik gelişmesi, kalkınması, bölgesinde birinci, dünyada önemli olmasına büyük katkı yapacaktı.

Ancak yaşanan olaylar sürecin içselleştirilmediğini, bir seçim aritmetiği hesabına tutsak edildiğini gösterdi. 2013 sonunda iktidar, ortaya atılan yolsuzluk iddialarını savuşturmak için yeni ittifaklar arayışına girince, yeni ortakların dayatmalarına uygun olarak süreç kesintiye uğradı. Uğramakla da kalmadı, daha önce atılan bütün adımlar, mutabakatlar yok sayıldı, ret ve inkar edildi.

Bu ortamda Öcalan'la sürdürülen görüşme ve müzakerelerin kesilmesinden daha önemli ve vahim olan, ülkede -Selahattin Demirtaş başta olmak üzere- sorunun demokrasi ve hukuk kuralları içinde, barışçı yöntemlerle çözümü konusunda emek ve topluma umut veren siyasiler TBMM dışına itildi, tutuklandı, susturulmaya çalışıldı.

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 2013 sonuna kadar bu konuda sergilediği bakış açısı ve sürdürdüğü tutumla, bu gidiş tümüyle birbirine aykırı. Oysa bugünkü akılla bir yere varamayacağımızı defalarca yaşadık, gördük. İşin üzüntü verici yanı da bu.

Son olarak döneminizdeki bakanlığın politikaları ile şu anki durumu karşılaştırır mısınız? Atatürk Kültür Merkezi'nin (AKM) kaldırılması gibi tartışmaları da dikkate aldığınızda, bakanlığın kültürel değerlere yaklaşımı ve politikasını nasıl görüyorsunuz?

Ben 2012 sonunda görevden ayrıldığımda Türkiye dünya turizminin 6. sırada başarılı bir ülkesiydi. ABD, Çin gibi iki kıta devleti, sonra Avrupa'dan Fransa, İtalya, İspanya gibi üç geleneksek turizm ülkesi ve Türkiye idi. Bakanlığımız, 2012'de Madrid'de yapılan uluslararası törenle “Avrupa'nın en iyi turizm örgütü” ödülü almıştı. Bugün kaçıncı sıraya geriledik, kimse bilmiyor. Çünkü açıklanan rakamlar gerçeği yansıtmıyor.

Biz turizm sadece bir ekonomik gelir kapısı değil, tanışma ve kaynaşma yoluyla bir barış köprüsü olarak da düşünüyor ve bu amaçla deniz, güneş yanında, tarih ve kültür varlıklarına da sahip çıkarak sunumu zenginleştirmeye çalışıyorduk.

Bu amaçla Türkiye'nin her yanına olduğu gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da da tarihi eser restorasyonlarının yanı sıra Diyarbakır İçkale, Gaziantep Zeugma, Şanlıurfa Haleplibahçe, Hatay, Van gibi büyük müzelerle yeni bir merkezi yaratmaya gayret ettik. Bunların bir kısmı bitti, çoğu yavaşladı, bazıları tamamlanmayı bekliyor.

İstanbul AKM bile, restorasyon çalışmalarının Gezi olayları sırasında usulsüzce sona erdirilmesinden 4 yıl sonra yeni bir projeye kavuştu, umarım gerçekleşir. Son yıllarda yaşanan olaylar, Suriye'den gelen büyük mülteci dalgası, şiddet olayları, Diyarbakır Sur'da yaşananlar birçok insani acının yanı sıra kültür, sanat ve turizme de büyük zarar verdi. Bu alanlarda yaşanan büyük gelişme umutlarını -şimdilik- gölgeledi. Umarım “gün daima bulutta kalmaz!”