Ülke çok zor günlerden geçiyor...

Öyle ki, kaderinin yeniden belirleneceği oldukça gerilimli, gayet açık siyasal çatışma potansiyelini beraberinde taşıyan zor günlerden geçiyor. Kadük de olsa var olan laiklik, tebaa, kul değil yurttaş olma bilinci gibi cumhuriyetin birikim ve değerleri risk altında bulunuyor. Toplum adeta bir önceki çağın değerler dünyasının yaşam koşullarına iade edilmeye çalışılıyor.

Çok uzağa, yüzyıl ötesine gitmeye gerek yok. 1970'lerde derin devlet eliyle MHP'ye yakın Aydınlar Ocağı etrafında toplanan antikomünist entelijansiyanın Türkiye kamuoyunun gündemine getirdiği Türk-İslam sentezi 12 Eylül faşizminin ideolojisini teşkil etmiş, bu sentez gençliği ve işçilerin düşünce dünyasını belirleyen ideolojik görüş olmuştur. Din derslerinin anayasal güvence altına alınmasından, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeniden yapılandırılmasına, ders kitaplarının değiştirilmesine, tarikatların sivil toplumun ve devletin en önemli gözeneklerine sızmasına (Gülen Cemaatinin o zaman ki dergisinin isminin 'sızıntı' olması boşuna değildi) izin verilmesine kadar geniş bir alanda, dinselleşmenin önü açılmış ve dinselleşme ile milliyetçilik sentezlenmiştir. Akabinde ''ezan ve bayrak'', '' vatan ve Kuran'' devlet söyleminin ayrıştırılamaz parçaları olmuştur. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren'in bir elinde Kuran, bir elinde Atatürk'ün Nutuk kitabı ile meydan meydan gezdiği unutulmamıştır umarım.

12 Eylül faşizmi günlük yaşamı daha da zorlaştıracak hukuksal düzenlemelere imza atmış, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükleri değil, devletin bekasını merkeze koyan bir anayasayla, güçlü bir yürütme aygıtı oluşturulmuştur. Aynı anayasayla sınırlandırılmış bir parlamento ve seçim barajı aracılığıyla sınırları kalın bir şekilde çizilmiş bir parti sistemi yürürlüğe girmiştir. Bu yasal düzenlemeler emek kesiminin elini zayıflatmış, sendikaları güçten düşürmüş, sermayenin elini güçlendirmiştir. Solun ve işçi hareketinin siyasal alanın dışına bırakılmasının altyapısı hazırlanmış, bu ikisinin yeniden siyasal aktör haline gelmesini engelleyecek mekanizmalar oluşturulmuştur.

Özetle 1946'da Demokrat Parti'nin siyasal hayata girmesi ile aralanan İslamizasyon kapılarının 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile iyiden iyiye açılması sonucu, yazımızın başında belirttiğimiz gibi o güne kadar ki (kadük manada da olsa) cumhuriyetin birikimlerini hedef almış olan siyasal İslam'ın (en son başarısı diyebileceğimiz) iktidarı kesinleşmiştir. Rejim, AKP ile önce fiilen ve sonra da 16 Nisan 2017'deki (tartışmalı referandumla) anayasal olarak değişmiştir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, burada rejim değişikliğiyle kastettiğimiz basitçe parlamenter sistemin yerini başkanlık sisteminin, parlamentonun yerini sarayın alması değildir. Bunlar rejim değişikliğinin biçimsel görüntüleridir. Esas değişim felsefi ve ideolojiktir. Yani bugün, Türkiye'de 1923'ün kurucu felsefesinin, laiklik ve aydınlanma anlayışının, birey yurttaş ve ulus kavramlarının karşısında konumlanmış bir rejim vardır. Söz konusu rejim bazı hedeflerini gerçekleştirmiş olmakla birlikte henüz tüm ideallerine ulaşabilmiş değildir ve dolayısıyla inşa süreci devam etmektedir. Bu inşa sürecinin asıl dayanağı ve ilkesi İslam'dır ve toplumsal, siyasal ve kamusal alanların dinsel referanslarla dönüştürülmesi gündemini korumaktadır.

Kuşkusuz CHP elitlerinin dediği gibi Türkiye resmen şeriatın ilan edildiği gibi bir Afganistan, İran olmayacaktır. Böyle resmi bir ilana gerek de yok zaten. Ancak aşamalı bir proje olarak dinselleşme rejimin temel yol haritası ve dinin bizzat kendisi de yaşamın temel referans noktası olmaya devam edecektir. Tam da burada kimilerinin ülkedeki büyük sermayenin dinsel yaşam biçimine izin vermeyeceği gibi düşüncelerin doğruyu yansıtmadığını belirtmek gerekir diye düşünüyorum. Zira, dinselleşmenin sermayenin uzun vadeli çıkarları açısından önemli olduğu, dinselleşme projesinin yerli ve uluslararası sermayenin hiç de yadsımadığı bir projesi olduğu unutulmamalıdır. Yani genel manada kapitalizmin ve Türkiye burjuvazisinin dinselleşmeyle herhangi bir problemi yoktur. Aksine dinselleşme, düzenin hegemonya krizini çözmüş, yoksul kitlelerin düzenin sınırlarının dışına çıkmasının en büyük engeli olmuştur. Kısacası, 12 Eylül'le yenilmiş solun yeniden siyaset sahnesine çıkmasını engellemenin yolu dinselleşmede görülmüş, rejim değişikliğine bu mecradan gidilmiştir. Vehbi Koç'un 12 Eylül'ün lideri Kenan Evren'e solun ve işçilerin nasıl ezileceğini tavsiye ettiği mektubu unutulmasın...

Ancak, siyasal İslamcı hareketin görgüsü, bilgisi, insan kaynakları, geleneği, müktesebatı yeni rejimi bütünüyle kurmağa yetmediği gibi, ülkede her şeye rağmen, toplumun en az yüzde 50'den fazlası, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliğine, ürkekliğine ve programsızlığına rağmen direnmeyi ısrarlı bir şekilde sürdürüyor olması, mevcut iktidarı yönetememe krizine sokmuş durumdadır. Artık ne şehit edebiyatı, ne ''dünya bizi kıskanıyor'' kasılmaları iktidarın istediği gibi siyaset yapmasına yetmiyor.

Rıza üretemeyen, kitlelerin iş, aş, eğitim, sağlık, adalet ihtiyaçlarına cevap veremeyen iktidar, dini referanslarla halkı oyalamaya çalışsa da yapılacak ilk seçimde iktidarını kaybedeceği gerçeği ile yüz yüze olduğunun bilincindedir. Bu nedenle iktidarın önünde, eğer yönetimi demokratik yollardan bırakmayacaklar ise - ki öyle görünüyor- sertleşmekten, baskı ve siyasal şiddeti artırmaktan başka yol bulunmamaktadır.

Bunun için devrimci sosyalist sol dahil tüm muhalefet güçlerinin, en geniş manada demokrasi cephesini oluşturmak için zaman kaybetmemelidir. Böylesi bir demokrasi cephesi, basit bir yan yana gelmenin ötesine geçerek, güçlü ve kararlı duruşu ile kitlelere güven verebilir, iktidarın saldırılarını durdurabilir. Böylesi en geniş demokrasi muhalefetin yaratılması, demokrasi, eşit yurttaşlık, özgürlük, hak, hukuk, adalet mücadelesinin başarısı için her zamankinden daha elzemdir.