Konuşmaya başlasam sesim duyulur mu acep? Haykırsam tüm gücümle, ses vermeye kalkışsam, duyurabilir miyim acının çığlığını? Bu hengamenin, bu karmaşanın uğultusu izin verir mi bu en yalın gerçeğe, en yalın ifadeye, en acı feryada... Gerilimi bitmeyen bir kabus... Tam bitti derken kendini her defasında yeniden tekrarlayan kötü bir rüya... Kıyametler koparmak isterken, tüm seslerin gırtlağında tükendiği bir karabasan... Yıllarca bir kabus yaşamış bir bütün jenerasyon. Aradan bunca zamana rağmen hala o an'ı yaşıyoruz hala... Bitmeyen ve hafızalardan asla çıkmayan bu upuzun tarih dilimine kısacık isim vermişiz sonra: 90'lı Yıllar! Upuzun çünkü dinmek tükenmek bilmeyen bir geçmişti geleceğimize yerleşen... Hani Annelere ağlayacak bir mezar taşını bile bahşetmeyen, henüz evlenmiş genç çiftlere birlikte çocuk büyütmeyi nasip etmeyen, genç kızları koyunlarında solmuş bir fotoğrafla bir ömür yaşamaya mecbur eden, okula yeni başlamış çocukların babalarıyla ilgili her soruya ağladığı o upuzun yıllar... 90'lı Yıllar...
 
O upuzun yıllardan ilikleri donduran bir şafak vakti. Tarih 14 Şubat 1994. Viranşehir'in bir kenar mahallesine kümeleniyor cellatlar, ölüm kusan makineleriyle. Çevre damlara kuruluyor mitralyözler. İki gencecik canı almaya odaklanmış cellatlar, kan emiciler, başlarına kar maskesi geçirmiş kötü adamlar... Kulakları sağır eden silah sesleri deldi sabahın sessizliğini... Saatler süren çatışmanın ardından iki ceset çıkarıldı kenar mahallenin gecekondu evinden... Henüz 20'sine bile gelmemiş iki özge can! Biri gencecik bir kadın, diğeri bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir delikanlı.. Annelerinin halen kuzu muamelesi yaptığı iki can. Öylesine narin, öylesine nazlı... O gencecik bedenleri yerden sürükleyerek taşıdılar sokağa... Tüm mahalleliye "Türkün gücünü" göstere göstere... Kendi dilleriyle küfürler savura savura. Yaptıkları "kahramanlık"tan dolayı kendileriyle övüne övüne...
 
Güneş ışınları iyiden iyiye hissettirirken kendini o iki narin beden sineklerin uçuştuğu çöp traktörünün römorkunda tüm kente teşhir ediliyordu. Ellerinde uzun namlular taşıyan kar maskeli adamlar çırılçıplak traktör römorkuna atılmış çıplak kadın bedenini göstererek tek bir cümleyi haykırıyordu: "Hepinizin sonu böyle olacak!" Çıplak kadın bedeninde kurşun yuvaları dışında yufka ekmekler gibi beyazdı teni... Güneşe hiç değmemiş. Kolalı çarşaflar kadar temiz... Adı Emine Bardakçı'ydı. Kod adı Aytendi. Bir militandı. Kardeşimdi...
 
Erkeği yıkayacak belediye personeli bulunurdu elbet. Lakin kadın militanı yıkamaya cesaret edememişti kimse... "Türkün gücü" korkutmuştu o zaman. Sindirmişti. Bu olaydan sonra kuzusu "Gerilla Bahoz"u toprağa verecek Zinê Ana üstlenecekti bu yıkama işini. Nihayet defnedilirken iki belediye işçisi ve annenin mezarlığa girişine izin verilecekti. Emine Bardakçı'ydı adı. Militandı. Gerillaydı. Kardeşimdi...
 
90'lı Yıllar'dan bu yana bir ömür içinde uzun sayılabilecek kadar zaman geçmesine rağmen ne yaşananlar unutuldu, ne acılar hafifledi, ne de bize yapılanlar değişti. Hala "Kürtler en büyük düşman". Hala "Türkün gücünü ispat etme çabası" devam ediyor. Gerilla Emine Bardakçı'nın çıplak bedeninde biten insanlık bir kez daha ayaklar altında... Malumunuz geçtiğimiz günlerde Varto'da yaşanan çatışmanın ardından katledilen Ekin Van kod adlı Kevser Eltürk'ün çıplak bedeni teşhir edildi. Teşhir edilirken bir halkın onuru kirletilmek istendi. Oysa ki Ekin tohum verirdi toprağa... Onura onur katardı. Hınca hınç. Gurura gurur. Yeni şafaklara bilenirdi yürekler Ekin'le... Çünkü Ekin tohum salardı toprağa... Bir tohum tanesi, onlara binlere, milyonlara dönüşürdü. Çünkü Ekin tohumdu. Tohum Kevser'di. Yüzükoyun çırılçıplak sokağa atılan bir ceset değildi. Bir halkın özgürlük tohumuydu. Sokağa sere serpe atılan Kürdün özgürlük bayrağıydı. Bembeyaz, tertemiz.
 
90'lı Yıllar'dan bugüne, devletin ne "düşman" tanımı değişti, ne de uygulamaları... Gerilla cenazelerini yerlerde sürükleyip, ölüsüne işkence eden, ayağını kafasına koyarak "asker pozu" veren devlet geleneği maalesef sürüyor. Gerilla Emine'ye yapılan ile Gerilla Ekin'e yapılanlar farklı olmadığı gibi bizim de iki cenazeye yaklaşımımız aynıydı. Bu nedenle Ekin'in tüm güzelliğiyle, yerde yüzükoyun yatan bedenini görünce bunu mutlaka yazmalıyım dedim. Öyle ki, Emine Bardakçı gibi, Kevser Eltürk de kardeşimdi. Kardeşlerimi yazmak elbette bana düşerdi. Onur ile onursuzluk arasında farkı birazcık da olsa yazmak bana düşerdi. Emine ve Kevser öldürüldükten sonra çırılçıplak cesetlerine işkence edildi, teşhir edildi, bir halk sindirilmek istendi. İkisi de kardeşimdi. Bu yüzden, bu yazıyı benim yazmam gerekiyordu. Yazdım!...