Bugün ekonominin içinde bulunduğu durum kısa vadede düzelecek gibi görünmüyor. Aksine mevcut kriz daha da derinleşerek hayatı çekilmez hale getirecek. Bu iddiamızın temelinde her şeyden evvel enflasyonun yarattığı belirsizlik ve tek adam yönetiminin devletin tüm organlarındaki yarattığı kurumsal dejenerasyon, kredibilite kayıpları ile ekonominin katma değer üretmekten ve verimlilikten uzak bir yapıya büründürülmüş olması yatmaktadır. İnşaat sektörü ve lüks tüketimin körüklenmesi, kendine yeten ülke konumundan bir tarım ülkesi olmasına rağmen samanı bile ithal eden duruma düşmesi, ülkenin sadece askeri ve siyasi olarak değil, ekonomik yönden de ne kadar bağımlı olduğunun ispatıdır.

Toplumsal refahın adaletsiz paylaşımı, kaynakların verimsiz dağılımı ve yatırımların iş olanaklarını artıracak fabrikalar yerine, bir kesimin hızla ve usulsüz şekilde zenginleşmesine olanak sağlayan inşaat sektörüne, katma değer üretecek çağdaş ve bilimsel eğitim yerine imam hatiplere, işçi sağlığı güvenliği yerine lüks kamu harcamalarına yönlendirildi. Gazetelerden öğrendiğimiz kadarıyla bazı istatistik veriler ne demek istediğimizi çok açık olarak ortaya koyuyor. Akp iktidara gelmeden önceki dönemde en zengin % 1'in toplam servetten aldığı pay %39,4, %99 'un ise payı %60,6 iken, Akp iktidarının sürdüğü 2002 yılından bu yana Türkiye'de en zengin %1'lik kesim ile geri kalan % 99 arasındaki makas daha fazla açılmıştır. 2017 yılı sonu verilerine göre ise bu oranlar sırasıyla %54,3 ile %45,7 olmuştur. Yani %1'lik kesim dediğimiz kesim 2007'de %99 kesiminden 50 kat fazla kazanırken, bu fark 2017 yılı sonu verilerine göre 80 kata çıkmıştır. Bu rakamlar refahın tabana yayılmadığının ve kalkınmanın gerçekleşmediğinin bir kanıtıdır. Bu rakamların sadece kazanç üzerinden olduğu, diğer varlıkların hesaba katılmadığı düşünüldüğünde toplumdaki refah farkının çok daha fazla olduğu görülür. Kısacası, son 16 yılda, planlı bir sanayileşme ve kalkınma modeli izlemek yerine, dışarıdan (kaynağı bile açıklanamayan) gelecek sıcak paraya dayalı bir büyüme modeli izlemenin, katma değer ve istihdam yaratacak yatırımlar yapmak yerine ülkeyi betona boğmak mevcut krizin en önemli nedenedir.

 Öte yandan tek adam yönetiminin yarattığı derin hukuksal boşluk ve karmaşıklık, yatırımların durmasına, mevcut şirketleri iflasa sürüklemektedir. Y akın tarihte birçok şirketin iflas edebileceği haberleri ortadadır. Enflasyonun resmi olarak %20'lerde olduğu söylense de asıl oranın %35 dolayında olduğunu ticari hayatın içinde olan herkes bilmektedir. Dövizin bir ayda %40 civarında artması tesadüfü değildir. Dış güçler masalı ile insanları kandıracaklarını sananlar, bu söylemleri ile ancak rüzgar eker fırtına biçerler. Aynı dış güçler bırakalım İngiltere, Almanya veya Fransa gibi ekonomisi nispeten güçlü olanları, Hollanda için, Belçika için, Avusturya için, 1987 yılında Turgut Özal'ın ''istersek sizi tükürüğümüzde boğarız'' diyerek küçümsenen Bulgaristan için neden yoktur?

Dış güçler palavrası, ülkesini insan hakları standartları çerçevesinde yönetemeyen tüm iktidarların dayandığı en büyük yalan ve tehdittir. Kendisine inananlar devşirip mevzi kazanmak ve muhaliflerini ezmek, haksız ve hukuksuz iktidarlarının ömrünü biraz daha sürdürmek ...

 İktidar kendi basiretsizliğini örtbas etmek için, dış güçler masalına 'aynı gemideyiz' palavrasını da ekledi. Sormak lazım, eğer hepimiz aynı gemideysek, neden sadece işçilerden, emekçilerden, halktan fedakarlık istenmektedir ? Demezler mi insana, eğer hepimiz aynı gemideysek, neden üst üste büyük kapitalistlere yönelik teşvik planları yapılmakta ve borç yapılandırmaları ile borçlar hemen silinmekte, buna karşılık ise halka yeni zamlar, yeni vergi ödeme programları yapılmaktadır?

Aynı gemide falan değiliz. Hepimizin fedakarlık etmemiz gerektiği de gerçeği yansıtmıyor. Bu koskocaman bir yalandır. Sanayiciler, tüccarlar, müteahhitler, kısacası tüm burjuvalar daha da palazlanmaya devam etsin diye emekçilerden istiyorlar fedakarlığı. Daha fazla vergiyi, zamları, enflasyonu, işsizliği halkın sırtına yüklemek için istiyorlar fedakarlığı.

Sonuç olarak demokrasi, eşitlik, adalet, hak, hukuk isteyen herkes asgari müştereklerde uzlaşmalı ve krizi en yoğun bir şekilde hayatın içinde yaşamaya başladığı bir noktada sorunları dert eden, bunları politikleştiren ve bu eksende toplumun sorunlarına yanıt verecek adımlarla başlanarak daha ileriye yürümenin yolları aranmalıdır. Demokrasi güçlerinin uzun vadede yaşanan tüm hukuksuzluklara karşı umut olabilmesi, ancak iktidarın tüm sorumluluklarını çok net ve anlaşılır şekilde kitlelere anlatabildiği ve toplumun sorunlarına yanıt verecek dayanışma ağlarını kurarak, alternatifler oluşturmaya başladığı oranda gerçek olacaktır.