TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında konuştu. Yılmaz, hükümet ile cemaat arasında yaşanan gerilimden rahatsız olduklarını ifade etti, iki tarafın uygulamalarını da eleştirdi.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz’ın “44. Genel Kurul” açılış konuşmasından satır başları şöyle:

“Çözüm süreci ile ilgili tartışmaları, bölgesel sarsıntıları, Gezi olaylarını, Yeni Anayasa çalışmalarının sonuçsuz kalmasını, hala süren, yolsuzluk ve hukuksuzluk iddialarıyla çerçevelenmiş siyasi depremi düşündüğümüzde, 2013'ün ağır gündemini ve yüklü miktarda sorunu yeni yıla devrettiğini söyleyebiliriz.

2014 yılında gerçekleşecek yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, 2015 yılındaki genel seçimlerin, ülkemizi sürekli bir siyasi kampanya ikliminde tutacak olması da bu dönemi belirleyecek dikkat etmemiz gereken en önemli husustur.

Bütün bu seçimlerin Cumhuriyet'in yüzüncü yılına doğru AB üyeliği, çözüm süreci, yeni Anayasa gibi konuları sonuçlandırarak Türkiye'nin geleceğine şekil verecek siyasi kadroları belirleyeceğini de unutmamak gerekir.

Türkiye, dünyada 17. sıraya gelmiş ekonomisi, 80 milyona yaklaşan nüfusu, kritik coğrafi konumu ve içinde yer aldığı ittifak ağları ile belki de dünyadaki gelişmelerden en fazla etkilenen, en açık ülkelerden birisi. Bu nedenle, Türkiye'yi dünyadan bağımsız değerlendirmek mümkün değil.

Ekonomik ve stratejik olarak, dünyanın yeni çerçevesinin çizildiği böyle bir ortamda, Türkiye kendisini tüketen, şiddetli, yıkıcı ve kazananı olmayacak bir kavgayla, enerjisini harcamakta... Gözleri kör eden bu kavganın temelinde, hukuk devleti, güçler ayrımı, temiz siyaset gibi vazgeçilmez demokratik kavramlar konusundaki zaaflarımızın yattığı açıkken, bu meseleye sistemi, kurumları alt üst ederek çözüm bulmaya çalışmanın doğru olmadığını düşünüyoruz.

‘İNTERNETTE SANSÜR UYGULAMALARINI ARTIRACAK BİR DÜZENLEME…’

Diğer yandan, devletin güvenlikle ilgili kurumlarında yaşananlardan sonra, bu kurumların daha önce nasıl işlediğini, bundan böyle nasıl işleyeceğini, sorgulamadan da edemiyoruz. Emniyet güçleri ve yargı içerisinde varlığı ortaya çıkan gruplaşmaları ve bu gruplaşmaların örgütlü niteliğini, devletin kurumsallığı açısından kabul edilemez buluyoruz.

Siyaset dışı örgütlenmelerin, devlet kurumları aracılığıyla siyaseti etkilemeye çalışması, hepimizi tedirgin ediyor.

Birbiri ardına hazırlanan bir takım kanunlar, bizi tereddüte düşürüyor.

İnternette özgürlük sınırlarını düzenleyen kanun tasarısının, iletişim özgürlüğü üzerine, kara bir bulut gibi çökeceği görüşü hayli yaygın. Torba Tasarı, internette sansür uygulamalarını artıracak nitelikte bir düzenlemeye doğru yöneliyor. Bilgi toplumu olma hedefiyle, hoşumuza gitmeyen her alanı ani yasaklarla kısıtlamak anlayışı birlikte var olamaz.

Bu düzenleme hazırlığının bir an önce, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tanımladığı, ifade özgürlüğü kriterlerini içeren, AB standartlarında bir yapıyla değiştirilmesi gerektiğine kuvvetle inanıyoruz.

Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu'nu düzenleyen yeni kanun teklifinden de, büyük rahatsızlık duyuyoruz.

Hem 1982 Anayasası'na ilişkin, hem de 2010 Anayasa değişikliğinde sakıncalarına işaret ettiğimiz, HSYK modelini bugün bir kez daha değiştiren gündemdeki kanun teklifi, son günlerde izlediğimiz çatışmayı, yürütmenin yargı üzerindeki etkisini biraz daha artırarak aşmaya çalışmaktadır.

Böylelikle, kanun teklifi, bağımsızlığı zaten tartışmalı olan HSYK yapısına, yeni sorunlar ilave etmektedir. Çözüm, yargı bağımsızlığı veya tarafsızlığını gerçekten sağlayacak ve Kopenhag kriterlerine uygun bir anayasal reformda yatmaktadır.

Bu iki örnek tek başına yeterli olabilecekken, bunların üzerine bir de, ülkenin Başbakanı dahil tüm vatandaşlarının mahremiyetlerinin kolayca ihlal edilebildiğini, insanların keyfi suçlamalara maruz kalabilecekleri, adil yargılanma hakkından kolayca mahrum edilebilecekleri inancının yerleşik hale geldiğini, Türkiye'nin ağır yolsuzluk iddialarının üstesinden hukuk yoluyla gelemeyen bir ülke olarak anılmaya başlandığını ekleyiniz, düşününüz…

Böyle bir algının, böyle bir tablonun, dostlarımızın ve Türkiye ile ilgilenen yatırımcıların zihninde, "Türkiye hangi dünyaya ait" tarzında bir soru oluşturmasını sizler kabul edebilir misiniz?

Bu algıyla birlikte, Türkiye'nin kalkınması, dünya sisteminde prestijli bir ülke olması için sarf ettiğimiz tüm gayretler boşa çıkmış olmayacak mı? Bugün aslında, demokrasi ve hukuk devleti yolundaki eksik adımlarımızın sıkıntısını yaşıyoruz.

Sıkıntı, erkler arasında önemli bir çatışma ve çekişmeye dönüşmüş durumda. Bu çekişmeyi erklerin birbirleri üzerindeki etkilerini artırarak çözemeyiz. Böyle bir anlayış, bizi yeni sorunlara götürecektir.

Gerçek bir hukuk devleti yolunda çözümün, konjonktürel ve tepkisel adımlarda değil, çağdaş, evrensel kabul görmüş normlarda, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını, gerçekten sağlayacak bir anayasal reformda olduğu çağrısını tekrarlamak istiyorum.

‘VERGİ CEZALARIYLA BASKI’

Hukukun üstünlüğüne riayet edilmeyen, yargı mekanizması AB normlarında çalışmayan, düzenleyici kurumlarının bağımsızlığına gölge düşen, vergi cezaları veya başka tür cezalarla şirketler üzerinde baskı kurulan, ihale yasası onlarca kez değiştirilen… Böyle bir ülkeye yabancı sermayenin gelmesi mümkün değildir.

Son yıllarda artan refahımızı, yurt dışından kaynak aktararak tasarruf açığımızı kapatabilmemize, yatırım sermayesi çekebilmemize borçluyduk. Bu cazibemizi yitirdiğimizde, refah düzeyimizin gerilemesi riskiyle karşı karşıya kalacağız.

Refah düzeyi düşmeye başlayan bir toplumda, sorunların soğukkanlı bir şekilde çözülmesi ihtimali de ger geçen gün zayıflayacaktır.

Tüm bu toplumsal sorunları aşabilmemizin yolu, kısa dönemde siyasi mutabakattan, orta ve uzun dönemde ise toplumsal zihniyet değişimiyle birlikte, yeni bir toplumsal mutabakat tesis etmekten geçiyor.

Biz, TÜSİAD olarak, Cumhuriyet'in kuruluş harcında bulunan değerleri, bugünün şartlarında hayata geçirmek, yani Batı uygarlığı içinde yer alarak, ülkemizin refahını artırmak, hak ve özgürlükleri hukuk devletince koruma altına alınmış eşit vatandaşlardan oluşan, huzurlu ve bütünleşmiş bir toplum olmak arzusundayız.

Ülkemizin, 'ama'sız, şerhsiz, istisnasız işleyen ve batı standartlarını esas alan, demokratik kurallara göre yönetilmesini istiyoruz, bekliyoruz.

Ekonomimizin, eşitlikçi ve kapsayıcı biçimde, bölgesel kalkınmışlık farklarını azaltacak şekilde, nitelikli işler ve yatırımlarla büyümesini, bu sürecin eğitim kalitesi ve artan inovasyon kapasitesi ile desteklenmesini, bağımsız düzenleyici kurumların denetlediği piyasalarda, hukuk güvenliğinin ve şeffaflık ilkelerinin gözetilmesini istiyoruz.

Dış politikamızın, duygusallıktan uzak, dünya gerçeklerini dikkate alan bir zemine oturması gerektiğini düşünüyoruz.

Geçenlerde yaptığı bir konuşmada, Sayın Başbakan’ın da Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e atıfta bulunarak çizdiği tablonun geçerliliğine yürekten inanıyoruz.

Sayın Başbakan'ın kendi ifadesiyle, "devletlerin ilişkileri, intikam, nefret, öfke hissiyle yürümez. İşte bunu en iyi bilenlerden bir tanesi de, Gazi Mustafa Kemal'di".

Çağın gereklerine, günün şartlarına göre, yeniden şekillendirilse bile, burada temel ilkenin çatışma zemininden uzak, komşularla barışık, batı dünyası ile bütünleşmiş, dengeli bir dış politika benimsemek olduğunu vurgulamak istiyoruz.

Toplumumuzda, bu doğrultularda düşünenlerin, çoğunlukta olduğunu da görüyoruz, buna inanıyoruz.

Ancak bu temel hedefler, gündelik politikanın diline çatışmacı ve ayrıştırıcı bir biçimde tercüme edilince, gerçekte var olan güçlü mutabakat noktalarımız, gözden kaçıyor.

Oysa başka türlüsü de mümkün! Toplumun önüne yeni bir mutabakatın, ilkelerini, yeni bir "biz" tahayyülünün ipuçlarını koymak; insanların kalbine geleceğe güven duygusunu yerleştirmek de mümkün.

Bunun için, sadece siyaset sahnesinin değil, tüm toplumun demokratikleşmesi, sisteme ve adalete güveni tesis edecek adımların atılması, hoşgörünün genişletilmesi, gündelik hayata ve dile sinmiş nefret söylemlerinin reddedilmesi, kadının gündelik hayattaki rolünün genişletilmesi gerekiyor.

‘BAŞTA GEZİ PARKI SÜRECİ OLMAK ÜZERE…’

Geleceğin Türkiye'sini dünyaya açık, demokratik ve özgürlükçü değerleri benimsemiş, katılımcı demokrasiyi özümsemiş bireylerin kuracağına inanıyoruz.

Yeni nesillerin, bu değerleri büyük ölçüde benimsediğini, başta Gezi Parkı süreci olmak üzere, birçok vesile ile görme fırsatını elde ettik. Yapılan eleştiriler, ortaya konan talepler, bu gelişim çizgisinin görmezden gelinerek veya yasaklanarak, durdurulamayacağını bize kuvvetle göstermektedir.”