Osman Akyol

Bizim toplumumuzda eğitim ve eğitimciler tarih boyunca hep kutsanmıştır ve görülen o ki kutsanmaya da devam edecektir. Elbette bunun tabii sonucu olarak da eğitimdeki etik dışılıklar çoğu kere görmezden gelinmiştir.

Yetişme çağındaki bir çocuk için anne babadan sonra ikincil öncelikli rol model öğretmendir. Bu yüzden ahlaki ve etik değerler konusunda öğretmenlerin sorumluluğu toplumdaki çocuğun gelişiminde rol oynayan pek çok insandan daha fazla. Hatta eğitim bilimsel verilere göre problemli bir öğrencide ebeveyn ve öğretmenin yanlış tutumunun payı yüzde altmış. Bu oranı tersten okursak, “yaramazlık” yapan öğrenci yüzde altmış oranda masum yani. Oysaki Eski Yunan’da, Roma İmparatorluğu’nda ve Osmanlının kimi dönemlerinde ahlaki ve etik değerler konusunda öğretmenlerin, bırakın okulu ve öğrencileri, duruşuyla topluma öncülük ettiğini görüyoruz, gelelim günümüze…

Bir defa “eğitim” tanımının içi boşaltılmış durumda. Yani artık eğitim, “istendik davranış değişikliği” değil. Söylemeye dilim varmıyor ama üniversite ve ödüllü yarışma programlarına adam hazırlayan; içerisinde kuru, ansiklopedik bilgiler yığını olan, bir yerlerden ödünç alınmış, eğreti bir sistem çöplüğü. Hâlbuki eğitimin en karakteristik özelliği, insanı öteleyip onun yaşamına bazı artılar katmasıdır.

Sokrat’a göre gerçek bilgi, insanın özümseyip içselleştirdiği bilgidir. Şöyle der: “Hiç kimse bilerek kötülük yapmaz!”. Bu yüzden sigara içen bir öğretmenin çocuklara, “Sigara içmeyin, sigara sağlığa zararlıdır!” demesi etik değil, etik dışıdır.

İçimizde hocasından dayak yemeyen var mı?

Bu soruya, son dönemde mezun olanlar hariç, kaçımız “hayır” diyebilir? Sadece dayak konusu bile eğitimde etik sorunsalının, üstü örtüle örtüle, ne boyutlara tırmandığının açık bir göstergesidir. Hocasından dayak yiyen adam karısını döver- kocasından dayak yiyen kadın da çocuğunu döver elbette. Hocasından dayak yiyen polis işkence yapar. Neden mi? Çünkü örnek aldığı hocası kendisini dövmüş ve “adam” etmiştir.

Liselerde yazın yapılan ve kabaca “bütünleme sınavı” diye de adlandırabileceğimiz ortalama yükseltme ve sorumluluk sınavlarında (ortalama yükseltme sınavları 2014’te kaldırıldı) genelde hocalar çocuklara kopya verirler. Sıkı durun; onlara sorarsanız yaptıkları şey kopya değil, basit bir yardımdır. Basitte bir gerekçesi vardır: “Eğitim zaten ergenlik dönemindeki çocuklara dadılık yapmak değil mi? Tamam işte, mesai bitti, mezun edelim gitsinler.”

Pedagojik açıdan ise olay tam bir ise tam bir felaket… Kendi ellerimizle çocuklara hırsızlığı, emek harcamadan kazanmayı öğretiyoruz. Büyüdüğünde kapkaççı, hırsız, dolandırıcı olması kuvvetle muhtemel bu çocuğun suçlusu bizzat biz öğretmenleriz.

Çevrenizi biraz dikkatli gözlemlediyseniz okula; deftersiz, kitapsız bir şekilde turist gibi giden öğrenciler görürsünüz. Onlar okulun uyanıklarıdır, iyiliksever (!) öğretmenlerin yazın bütünleme sınavında kendilerine yardıma geleceklerini bilirler.               

24 Kasım Öğretmenler Günü’nde sağ olsunlar yavrularımız bizleri unutmazlar ve sınıf annesinin de el altından desteklediği organizasyonla; mücevher, laptop, takım elbise, şık bir saat ve hatta Nişantaşı, Etiler gibi nezih muhitlerde bir arabayla bizleri hatırlarlar…

Bir dakika şu duygusal atmosferi bir dağıtalım isterseniz. Rüşvet yiyen tapu memuru ya da bir trafik polisinin bizim “kutsal” öğretmenimizden ne farkı kaldı şimdi? Onlar da küçük bir hediye mukabilinde vatandaşın işini görmüyorlar mı? Meslektaşlarım kızmasınlar ama kimi kamu personeline yolunu bulmayı uygulamalı olarak öğreten biz öğretmenleriz. Bir araştırmaya göre Türkiye’de yatırıma harcanan her yüz liranın otuzu rüşvete gidiyormuş, bu bir tesadüf mü?

Burada bir parantez açmadan da geçmeyelim. Ülkemizde rüşvet alan kamu görevlileri olduğu gibi, rüşvet almayan ilkeli, dürüst ve namuslu memurlar da var. Onlar konumuzun dışındalar. Elbette bir insan için akşam çocuklarına helal, alın teriyle kazandığı ekmeği götürmesinden daha güzel ne olabilir? Çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras, renkleri zamanla solacak “renkli” oyuncaklar değil, onurlu bir yaşam olmalı.

Bizim okullarda uygulanan bir de öğrenci kılık-kıyafet yönetmeliğimiz var. 1981’de çıkarılan bu yönetmelik çok eski ve artık çağımıza yanıt vermiyor. Buradan devlet büyüklerimize sesleniyorum: “Lütfen şu yönetmeliği değiştirin hatta mümkünse tamamen kaldırın.” (Sanırım Bakanlık bu çağrımı duydu: 2014 yılında kılık-kıyafet yönetmeliğinde türban dahil pek çok konuda özgürlükçü diyebileceğimiz önemli değişiklikler yapıldı ancak kraldan çok kralcı okul müdürleri işgüzarlığa devam ediyor hâlâ.) Bu yönetmeliğin uygulanmasıyla ilgili okullarda maalesef çok çirkin görüntüler var. Öğrencinin beyninin içindekilerle değil de kılık kıyafetiyle ilgileniyor kimi idareciler.

Önünden geçerken öğrencilerin tir tir titredikleri öğretmenlerin odasından söz etmeden yazımızı bitirmeyelim.

Tertip-düzen timsali sevgili öğretmenlerimiz vitrini öğretmenler odası, çöp kovasından farksız. Kitaplar, dönem ödevleri, test kitapları, yaprak testler, kâğıtlar, zarflar ve yiyecek artıkları masaların üzerinde ve elbise dolaplarının içerisinde rastgele atılmış biçimde… Biz sevgili öğretmenler işte o odadan çıkıp çocuklara tertip düzen ve temizlik konularında ders veriyoruz…

Hadi tamam çocuğa kötü örnek olduk, yetmedi birde sahtekârlığı öğretiyoruz, çocuğun temiz zihnini bulandırıyoruz. Allah’tan çocuklar çok zeki de bizim gibi sahtekârları örnek almıyorlar.

Ben burada sadece yaygın birkaç etik dışılıktan söz ettim. Menfaat karşılığı öğrencileri geçirenlerden, kurs açıp kursa gelmeyenleri sınıfta bırakmakla tehdit edenlere, okul dışında ayrıca bir dershanede çalışıp dershanesine gelenleri sınıf geçirmeyi vaat edenlere, kendi öğrencisine özel ders verenlere değin okullarda yaşanan bir dizi etik dışılığı atladım. Onlar da ayrıca birer ilkesizlik örneği olarak inceleme konusu elbette…

12 Nisan 2010, İstanbul

Bu makale Fatih İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından çıkarılan “Eğitimin Fatihi” dergisine de gönderilmiş ancak sansür kurulundan onay alamadığı için yayımlanmamıştır.