Jack London büyük bir romancı değildir, o halde kitapları neden bu kadar tutkuyla okunur yüz yıldır? Jack London’nun romanları ve hikâyeleri sonraları sinemaya uyarlanıp yazarına bol bol servet kazandırmış olsalar da, çocukluğu-gençliği yani en verimli dönemleri hep zor koşullarda geçmiş; yoksulluk, parasızlık ve doğada çetin bir mücadele… Romalarını ve hikâyelerini hep bu çetin savaşımdan yola çıkarak yazdı, neredeyse tamamı otobiyografik kitaplar.

Bu arada son dönemlerde “Benim yazdıklarımda hiç ben yokum, sadece kurgu var” diyen ve bununla övünen yazar ve şairlerin kulakları çınlansın istiyorum, hadi ordan! Elbette ki kurguyla övüneceksiniz, hayatınız tek bir öyküye bile konu olamayacak kadar sıradan çünkü. Sütü bile üfürerek içiyorsunuz, cinselliği evlilikle tanıyorsunuz; nerede Jack Kerouaclar, Henry Millerler, Ananis Niller ya da Jean Genetler…

Gerçi sıradan bir hayat, hiç de fena sayılmaz, bundan da iyi bir hikâye çıkar, ama nerde sizde o yürek, okurdan daha çok yayınevlerini ve eleştirmenleri ikna etmek ilginizi çekiyor.

Knut Hamsun’u trajik sonuna rağmen severim, “Açlık” açlığı çekmiş birinin yazdıklarıdır.

John Fante’nin “Toza Sor” romanı büyük bir roman değildir; ama saftır, pırıl pırıldır, kendi özel okuru vardır, ben onlardan biriyim ve bununla övünürüm.

Elbette ki boğaza bakan yalısından dünyaya bakıp nice iyi romanlar da yazılmıştır, hatta belki bunların sayısı daha da fazladır.

Cioran’nın dediği gibi: “Kesinlikle hiçbir şeyi anlamamış büyük yazarlarla tanışabilirsiniz. Bunlar yetenekleri olan ama değersiz kimselerdir.”

“Aynadaki Çürüme” kitabından bahsedeyim, çiçeği burnunda, genç şair Narin Yükler’in ilk şiir kitabı. Yıllardır sürgün… Kişisel olarak da tanıdığım için söylüyorum, öyle bolca baba ya da koca parasıyla tatile çıkar gibi sürgüne çıkmış biri değil. Çoğu sürgün yazar ve şair       bilirim, “Welat! Welat!” diye her fırsatta haykırırlar, “Ahh! Ahhh!” çektikleri vatanlarına gelme izni çıktığında, üstüne nice sürgün ve vatana hasret hikâyeleri-şiirleri düzdükleri topraklarda bir hafta bile yaşamaya katlanmazlar. İlk fırsatta batıda, şöyle boğaza bakan bir apartmanda daire kiralar ya da satın alırlar. Bu arada varsa paraları yalı almaktan da çekinmeyeceklerdir. Buna kızacak değilim, bu onların özel hayatı (siz söylemeden ben söyleyeyim, boğaza bakan yalıda yaşamanın hayalini bazen ben de kurmuyor değilim), gerçi bunlar hâlâ sürgün ve vatana hasret şiirleri ve öyküleri yazmakta olacaklar. Ne diyelim, biraz da okur düşünsün, ben onların okuru değilim ve bunu her fırsatta dile getirmekten de keyif alırım, bolca ödül almış olmalarına ve bilmem nelerine rağmen.

Velhasıl sözün kimin ağzından çıktığı da önemlidir, ırk ya da din faşizmin doruğunda yaşayıp eşitlikten bahsedenlere de kanmam.

Yükler’in şiiri, ayrıca bir şiir okuru olarak söyleyeyim güzeller, kime göre, bana göre. “beni getirip yolun başladığı yere yığdılar”, “ayak uçlarımdaki ızdırapla sınıra kendimden yakınım”, “giderken sırtını dönememişse insan, yaslandığı şeyi bırakmıştır arkasında”, “bir kardeşin düğün fotoğrafının diş buğdaylarının, doğduğu şehrin, avucunun içi gibi bildiği sokakların. dışındasındır artık fotoğraftaki hafızanın” ve daha başka dizeler. Bugün şiir estetiğinin nerelerde olacağını sorgulayacak pozisyonda olmadığımı düşünebilirsiniz, buna verebilecek bir yanıtım yok. Hayır, Yükler’in şiiri bir iki dizeye indirgenemeyecek kadar güzeller, saflar, gerçekler, açlık çeken yavrusunu emziremeyen annenin hüznü kadar kederliler.