Ece Temelkuran'ın ‘Devir’ adlı yeni romanı Can Yayınları’ndan çıktı, yayınlandığı ilk andan itibaren en çok satanlar listesinde ilk sıraları hiç bırakmadı. Dokuz8Haber’den Nalin Öztekin, Temelkuran ile ‘Devir’i, 80 darbesini, darbenin ışığında bugünün siyasetini ve gazetecilikle arasına koyduğu mesafeyi konuştu.

Devir, Türkiye tarihinin en acılı dönemlerinden birisi olan 12 Eylül askeri darbesi dönemini arka plana alıp, günlük hayatımızda, siyasal yaşamımızda güçlü ve olumsuz etkilerini hala yaşadığımız bu cunta günlerini, iki çocuğun gözünden ve algısından anlatıyor. Ayşe sekiz yaşında, annesi ve babası 12 Mart darbesinden sonra evlenmiş, orta sınıf bir ailenin çocuğu… En yakın arkadaşı Ali ise bir gecekondu mahallesinde yaşıyor.

Bu iki yakın dostun tanıştıkları andan itibaren tek amaçları vardır: Kuğulu Park’taki kuğuları kurtarmak. Kuğuları kurtarırlarsa “devrimci abiler ve ablaların” ölmelerini engelleyeceklerini düşünmekte, bunu gerçekleştirmek için tutkuyla planlar yapmaktadırlar…

Dünyayı ve 12 Eylül günlerini iki çocuğun gözlerinden anlatan “Devir” her ne kadar bir Ankara Romanı havası verse de bundan çok daha fazlası.

Ankara’da, 1980 Mayıs’ının son günlerinde başlayan romanın arka kapağından:

“Ben artık susmak istemiyorum. Çünkü insan belki hiç konuşamaz bir kere susarsa. Kuğu gibi dili dışarıda kalır, ses çıkmaz. Ben artık hep konuşacağım.”

Dokuz8Haber’den Nalin Öztekin, yazar Ece Temelkuran ile sır dolu kuğuları kurtarmaya çalışmış çocuklardan geçen bir ‘devir’in bugüne yansımaları ve kimlikler arası kişisel seçimleri üzerine konuştu: “Dünyaya gönderilme nedenim bir zerrede deryayı görebilmek.”

* Ayşe biraz Ece Temelkuran biraz da diğer sosyolojik durumların karması bir karakter gibiydi, Devri yazma nedenlerinizden biri kendi çocukluğunuzda unuttuğunuz bir şeyi hatırlama çabası mıydı?

Tahmin edilmez ama ben daha çok Ali’ye benziyorum. Doğru soru 12’den vurulmuş bulundum (gülüyor). Benim çocukluğumla ilgili hatırlamaya çalıştığım bir şeyler var ve bir türlü hatırlayamıyorum. Ne olduğunu da bilmiyorum belki de öyle bir şey yok. Ama bu yüzden yazdığım tüm kitaplara bakınca bir tür hatırlama çabasıyla ilgili olduğunu görüyorum. ‘Devir’ ise bu hatırlama çabasının itirafı gibi oldu. Benim geçtiğimiz 30 yılım hatırlamakla geçti şimdi kendimden gizleyerek yapmaya çalıştığım şeyi açık açık yapayım ve hatırlamaya çalışayım diye düşündüm. Bu kitabın kişisel nedeni budur.

* Devir’de 12 Eylül gibi bir kaos durumda Meclise kelebekler sokmayı amaç edinmiş Ali ve Ayşe’yi bugün nerede görüyorsunuz?

Bugün neredeler konusunu ben de çok düşündüm aslında kitap öyle başlayacaktı ama sonra vazgeçtim. Çünkü bugünkü hallerinin beni anlatmak yönünde heyecanlandırmadığını fark ettim. O yüzden çocukluk hallerine geri dönmek istedim. Çünkü bugünkü halleri içinde o kadar çok çaresizlik o kadar çok çatışma, kafa karışıklığı, yenilgi var ki ve bunları tekrar tekrar anlatmak o kadar sıkıcı bir şey ki onu anlatmak istemedim. Dolayısıyla insanlığa inancımızı tazeleyecek başka bir şey olan çocukluklarının bozulmamış hallerini anlatmak istedim.

* Siz Devir’de dönemin muhalefetine, CHP’ye de kitap üzerinden de bir eleştiri sunuyorsunuz. O dönemin CHP mantığına ya da diğer muhaliflerine sunduğunuz eleştiriyi bugünün muhaliflerine getirebiliyor musunuz?

Tam olarak bunun söylenmesi için yazdım, değişen pek bir şey yok ve aynı yerde yaptığımız bu tarih patinajını anlatmak istedim özellikle. Sol’un CHP’den sürekli bir beklenti içinde olması ve bu beklentinin her zaman bir hayal kırıklığıyla sonuçlanmasının yeni bir şey olmadığını anlatmak istedim. Bugün sosyal demokrasi ya da CHP ile ilgili söylenen, getirilen eleştirilerin aynen o gün de getirildiğini ve o gün de CHP’nin aynı yanlışı yaptığını söylemek istedim. Bu yanlış o günün deyişiyle halk güçlerini arkasına almamak. Bugünün deyişiyle sokaktaki muhalefeti örgütleyememek, sahip çıkamamak. Aynı eleştiriler bugün de dillendiriliyor. Doğru mu yanlış mı konusuna girmek istemiyorum romancılığın en güzel yanı bu tam olarak bir şey söylemek zorunda değilsiniz. Çünkü hayat bize tam olarak bir şey söylemiyor. Bu süren tekrarın beni ne kadar yorduğunu ve bu ülkeyi ne kadar yıprattığını söylemek istedim.

* Bu eleştiriyi getirirken ileriki dönemde muhalefete dair bir değişimi ya da CHP’nin yerine gelecek bir muhalefetin buna dair başarısını öngörüyor musunuz?

AKP ve CHP ile ilgili veya içlerindeki kişilerle ilgili yapılan eleştirilerin biraz cahilce olduğunu düşünüyorum. Bu bir sistem meselesi. Tarihsel gerçeklik bu yani partileri bu adamları çıkartıp aynı ülkede başka bir şey kurmaya çalışırsa aynı sonucu alırsınız. Burada önemli olan sistemdir ve sistemi değiştirmeye çalışma meselesidir. Yani Tayyip Erdoğan’dan şikayet eden çok, onun iktidardan düşmesini bekleyen çok ama bu haliyle Türkiye’de o düşerse yerine yeni bir Tayyip Erdoğan, Davutoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu gelecektir. Mesele başka türlü bir örgütlenme meselesi.

* Kitabın hem kapağında hem sayfalarında dikkat çeken ‘Unutulmayacak olan kalır, Ya hatırlayamayacaklarımız!’ kilit bir cümleydi. Asıl meselenin unutmayacaklarımızdan oluştuğunu ve bunların bugünü yarattığını bende çağrıştırdı. Sizin 12 Eylül’ünüzün unutulmayacak olanı nedir?

O sabah.. O sabahın ne demek olduğunu çok sonra anlamlandırdım ama unutmadığım, gördüğüm için anlamlandırdım. Sabah annemle babamın radyo başında darbenin yapıldığının anonsunu duyup sigara içtikleri o an ve haberlerin izlenme seremonisini unutmuyorum. Benim ailem doğrudan bir baskıya maruz kalmadı çünkü benimkiler 12 Mart’ta o bölümü geçirenlerden ve ardından parti dışında örgütlü siyasete girmeyenlerdendi. Birebir cezaevini, işkenceyi yaşamadık ama etrafımızdaki insanlar yaşadı. Cezaevinde açık görüşü ilk gördüğümde 8-9 yaşlarındaydım sigara götürdüğümüzü hatırlıyorum.

* Kitapta var olan her tip ve karakter toplumun içindeki farklı yapıları ifade ediyor gibiydi. Bu farklı yapıları düşününce 12 Eylül’ün Türkiye halklarına unutturmaması gerek en büyük durum neydi?

Eğer inisiyatifi ele almazsanız işler daha kötüye gidebilir. İnsanlarda şöyle bir duygu oluyor: ‘bundan daha kötüsü olamaz’, zıplayıp yukarı çıkacağız gibi. Ama öyle değil dibin dibi var. Bence 12 Eylül bunu öğretti. Tamamen bir toplumu düzlemenin ne olduğunu gösterdi. Yani 1 günde her şey bitebilir ya da her şeyin 1 günde bittiği duygusu yaratılabilir. İnisiyatif ele alınmazsa bir daha hiç kalkamayacağın şekilde seni düşürebilirler. Darbenin hemen öncesinde Fatsa’da bir operasyon yapılıyor ve yeterli tepki verilmiyor. Bu 12 Eylül’ü daha da kolaylaştırıyor. Şimdi İç Güvenlik Yasa tasarısı geçiyor mesela biz buna yeterince tepki vermiyoruz sonra olacaklar bundan daha kötü olacak. Bunların sonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum.

* Bu sonun başlangıcından sonra bir aydınlığa erişebileceğimizi veya batmanın ardından çıkabileceğimizi düşünüyor musunuz?

Hayatın böyle bir matematiği yok. Bugün IŞID’in Musul Halk Kütüphanesini yaktığını gördüm ve içim parçalandı. Yıkılan şeyi yeniden yapmak çok zor bir şey. Batma hızında çıkmayacağız (gülüyor). Bunların nasıl tamir edileceğine dair bir öngörüm yok ve nasıl olacağını çok merak ediyorum. Genç kadınlar, genç adamlar yetiştirmek yirmi küsür yıl sürüyor, onları öldürmek 1 saniye yani hayatın matematiği bu kadar acımasız. Bu nedenle maalesef batıp çıkmak aynı hızda iki sözcük değil.

* Devir, kuğuların 12 Eylül’e, öncesine ve sonrasına aynı zamanda çok fazla toplumsal meseleye dair sırları olduğu kanısına getiriyor. Yakın zamanda İstanbul’da Gezi Parkı’nda ciddi bir kırılma yaşandı. Bugünün kuğuları da 12 Eylül’ün kuğuları gibi sessiz olacak mı?

Gezi olayları sırasında ayaklanma sırasında Ankara’daki kuğuları kurtarmaya çalışan çocuklar vardı ben bu kitabı o yüzden yazdım. O çocuklar hiç sessiz çocuklar değildi. Ne dediklerini bilen, cümle kurabilen insanlardı. Batış çıkış meselesindeki gibi eğer batarsak tüm sözcüklerin kaybolduğu bir insan bekliyor bizi ki asıl batış bu zaten. Ben bundan korkuyorum. Gezi’deki gibi sesleri, sözleri olmayan çocuklar olabilir yeni gelen çocuklar diye ürküyorum. Bugün o kuğuları gazdan kurtarmaya çalışan genç insanlar varsa eminim geçmişte de vardı. Bu demektir ki gelecekte de olacak. Ama sesli mi sessiz mi ona kendileri karar verecek.

* 12 Eylül’e getirilen çocuk bakış açısı kendi alanında yapılan da farklı bir göz oldu. Bu durumu çocukların nasıl anlamlandırdığı üzerine bir empati kurdunuz. Bana öyle geliyor ki 12 Eylül bu ülkenin doğusunda hiç bitmedi. Sizce oradaki çocuklarda bu bitmeyen 12 Eylül’ü Ali ve Ayşe gibi mi görüyorlar?

Onlar çok daha sert yaşıyorlar. 2003’te Diyarbakır’da polis şiddeti gören en az 100 tane çocukla görüştüm ve fark ettim ki Kürt meselesi organik olarak değişmiş durumda. O çocukların öfkesini Parti (Kürt siyasal hareketi) dahi kontrol edemiyor. 2003’ten bu yana da bu durumun aşağı yukarı devam ettiğini düşünüyorum. Diyarbakır çevresi, Kürt hareketi çok örgütlü bir hareket ve çok sıkı. Türkiye’deki tek ciddi gerçek siyasi örgüt ve çok disiplinli. Toplumun her kılcal damarına girmiş bir örgütlenme. Buna rağmen kontrol edilemeyecek kadar büyük bir isyan duygusu olduğunu düşünüyorum çünkü çok şey yaşadılar. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlar yaratıldı bu süreçte. Bu hem ürkütücü hem de anlaşılabilir bir şey. Dolayısıyla onların hikayesi kuğularla anlatılabilecek kadar naif bir hikaye mi emin değilim. Bu kitapta bu yüzden de Kürtler yok. Sonradan koymamaya karar verdim. Çünkü o daha başka bir konu ve bu hikayede anlatılamayacak kadar çok zor. Onu başka bir gün başka bir kitaba erteledim. O daha ağır bir konu. Benim bunu yazmam politik olarak, (en genel ve derin anlamda politik) ahlaki olarak ne kadar doğru bilmiyorum.

* Ece Temelkuran, dinlenmeye mi çekildi yoksa gazetecilikle olan sınırlarını daha mı net koydu ortaya?

Gazetecilik benim kimliğimin bir parçası dolayısıyla sınır 20 yıl yaptığım bir iş için doğru olmaz. Yazdığım kitaplar da oradan çok beslendi. Ülkenin, gazeteciliğin bu haliyle başa çıkamıyorum ve insanların benden tavır alma veya sürekli öfkeli olma beklentisi beni yoruyor. Gazetecilikte sürekli bir çatışma ruh hali yer alıyor bu da benim ruhumu yoruyor. Göründüğümden daha kırılgan birisiyim. Ama kim bilir belki bir gün… Bir de gazete yazmak başka bir okurla buluşturuyor kitap yazmak başka bir okurla buluşturuyor. Ben kitap yazarak buluştuğum okurla daha mesudum (gülüyor). Gazete okuru biraz daha çatışmak, tartışmak istiyor ben şimdi düşünmek istiyorum. Düşünmek çok mümkün olmuyor gazetecilikte sürekli yazmak ve konuşmak zorundasın. Bu da öğrenmeye ve düşünmeye ayırdığın zamandan çok alıyor. Bir de beni yaşadıklarım çok sarstığı zaman entelektüel fonksiyon gösteremiyorum.

* Siz roman yazmak ve gazetede yazmak arasında bir noktaya varmak dışında nasıl bir fark görüyorsunuz? Bu sizde nasıl bir etki yarattı?

Bence, Roman hakikati anlatmak için gerçeği kurgulama sanatıdır. Diğer taraftan roman gerçekler, olaylar olgular arasında dolaştığın bir iş. Bu ülkede de çok fazla olgu ve olay var bazen hakikatten uzaklaştığımı hissediyorum. Buna insanın kendi hakikati de dahil. Benim yazılarıma benzer yazılar yazan insanlar görüyorum demek ki yazılabilir. Ama benim yazdığım romanlara benzer romanlar yazabilecek kimse olmadığını düşünüyorum. Çünkü onları ben yazdım ikincisi de herkesin büyük ya da küçük bir yeteneği var. Benim yeteneğim de baktığım şeyde herkesten farklı bir şey görüp bunu anlatabilmek. Bu dünyaya gönderilme nedenim (gülüyor) ‘gazetecilik’ değil, bir zerrede deryayı görebilmek.

* Kitapta yaşamını kaybetmiş Kemal Türkler gibi bir çok kişiye yeni bir soluk verip canlandırmışsınız. O dönem yaşamını kaybetmiş kişileri yeniden canlandırmak nasıl bir ruh hali?

O dönemi yazmanın güzel yanı 12 Eylül’ü olmamış gibi yazabiliyorsun. Böyle olunca o yaşayan bir adam zaten. Kemal Türkler’e bugünden değil o günden bakıyorsun. Bu da gerçekliğin diğer tarafı gibi. Devir’i yazarken çalışma masamın bir ucundan diğerine Mayıs başından 16 Eylül’e kadar Türkiye’de olan arşivlediğim her şeyi yazdım. Bunun içinde her şey var. Bu zaman tablosu üzerine çalıştım ama bazı şeyleri değiştirdim. Nihayetinde son belli darbe olacak ama bunu bilen, yaşayan insanlara bunu okutmak bu önemli.

* Kadın bakış açısını farklı kültürlerden aktarırken nasıl bir yol izliyorsunuz?

Çalışma sürecini çok seviyorum ve bazen abartıyorum. Lüzumlu, lüzumsuz çok şey öğreniyorum. Bir Beyrutlunun bilmediği şeyleri biliyorum hatta beni ajan zannettiler. Tunus için de aynısı geçerli onların bilmedikleri kadarını biliyorum. Nerde yazarsak yazalım ayrıntıların gerçekçi olması gerekiyor.

* Ortadoğu’da yaşadığınız dönemde ‘kadınlık’ algısına dair sizi ilk şaşırtan veya dikkatinizi çeken neydi?

Bizden farklı bir yanları var. Biz Türk ve Kürt kadınları olarak çok sertiz, bunun farkında değiliz. Bize göre kadın-erkek ilişkilerinde daha yumuşaklar. Asıl şaşırdığım şu ki bizim bu kadar sert olduğumuzun farkında değildim. (ZETE)