(...)Yemen’deki çatışmaya dair belki de ilk itiraz edilmesi gereken şey, Husileri (yahut Ensarullah hareketini) adeta Tahran’da bir fabrikada üretilip İran tarafından Yemen’e gönderilmiş gibi betimleyen siyasi anlatıdır. Husiler, Yemen’de kadim kökenleri bulunan, tamamen yerli bir topluluktur. Yemen devletiyle uzun yıllardır çatışma halinde olan hareket, 2011’deki ayaklanmadan önce de siyaset sahnesinde yerini bulmuş, 2004-2010 yılları arasında altı defa yönetimle siyasi ve askeri zeminlerde karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde Yemen’i yöneten kişi, tıpkı Husilerin çoğunluğu gibi bir Zeydi Şii olan Ali Abdullah Salih’ti. Ancak Salih, Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan’ın kuklası olmakla itham ediliyordu ve bu suçlama haksız da değildi.

Selim Sezer 

Suudi Arabistan öncülüğündeki on Arap devletinin, ABD’nin izni ve desteğiyle dört gün önce Yemen’e hava saldırıları başlatmasıyla bölgede, pek de kısa sürecek gibi görünmeyen yeni bir savaş başlamış oldu. Bölgedeki güç dengelerini en az Suriye savaşı kadar etkileyecek olan Yemen saldırısı, kimilerine göre bir “sürpriz” idi, kimilerine göre ise “göstere göstere geliyordu”. Her durumda kesin olan şey, harekatın uzun süreden beri biriken dinamiklerin sonucu olduğudur.

Gazeteci ve analist Catherine Shakdam, Mart ayı başlarında New Eastern Outlook sitesinde yayınlanan ve “Siyasi sis perdesinin arkasında, Yemen’deki gerçek gündem nedir?” başlığıyla Türkçe’ye de çevrilen makalesinde, Yemen’le ilgili her tür değerlendirmede akılda tutulması gereken şeyin “söz konusu Yemen olduğunda, hiçbir şeyin hiçbir zaman göründüğü gibi olmadığı gerçeği” olduğunu savunuyordu. Bizim burada yapacağımız değerlendirmelerin, sınırlı olgusal bilgilere dayandığını baştan kabul ediyoruz. Ancak her durumda yaşanan şeyin, dar anlamıyla bir “İran-Suudi Arabistan çekişmesi” ya da “Şii-Sünni çatışması”nın çok ötesinde olduğunu iddia etmekten çekinmeyeceğiz.

Yemen’deki çatışmaya dair belki de ilk itiraz edilmesi gereken şey, Husileri (yahut Ensarullah hareketini) adeta Tahran’da bir fabrikada üretilip İran tarafından Yemen’e gönderilmiş gibi betimleyen siyasi anlatıdır. Husiler, Yemen’de kadim kökenleri bulunan, tamamen yerli bir topluluktur. Yemen devletiyle uzun yıllardır çatışma halinde olan hareket, 2011’deki ayaklanmadan önce de siyaset sahnesinde yerini bulmuş, 2004-2010 yılları arasında altı defa yönetimle siyasi ve askeri zeminlerde karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde Yemen’i yöneten kişi, tıpkı Husilerin çoğunluğu gibi bir Zeydi Şii olan Ali Abdullah Salih’ti. Ancak Salih, Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan’ın kuklası olmakla itham ediliyordu ve bu suçlama haksız da değildi.

Yemen, 2011 yılında “Arap Baharı” dalgasının uğradığı altı temel ülkeden biriydi ve bunların içinde aynı anda hem ekonomik-sosyal temelleri olan, hem de ABD-İsrail karşıtı bir duruşu belirgin olan belki de tek sokak hareketine sahne olan ülkeydi. Gösteriler, yönetimin akaryakıt sübvansiyonlarında yüzde 80’e varan kesintilere gitmesiyle başlamıştı ve kısa süre içinde Salih’in iplerini elinde tutan Suudi Arabistan ile, onun bölgesel ve küresel müttefiklerini de karşısına alır hale gelmişti. Son derece güçlü olan halk hareketini Bahreyn’de olduğu gibi askeri yollardan ezemeyeceğini düşünen Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), bunun yerine bir geçiş planı hazırladı ve iktidar, 23 Kasım 2011 tarihinde, Salih’in yardımcısı Abdurabbu Mansur el-Hadi’ye devredildi. Ayrıca birden fazla parti arasında bölüştürülen yeni bir hükümet kuruldu.

Bu süreç Yemen devriminin ilk aşamasının tamamlanmış olduğu anlamına geliyordu, ancak bu ilk aşamadan en fazla yararlanan, tıpkı Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi halk hareketlerine sonradan katılan ve devrimin üzerine konan Müslüman Kardeşler örgütü, yahut örgütün bu ülkedeki kolu olan El-Islah Partisi oldu. Partinin sahip olduğu zemini kaydırmaya başlayan süreç ise, daha önceki dönemlerde Müslüman Kardeşler’i araçsal olarak kullanan Suudi Arabistan’ın Mısır’daki 3 Temmuz darbesinden başlayarak bölge çapında bu örgütün üzerini çizmesiyle hayata geçti. Bunun fiili sonucu Husilerin kendilerine daha geniş bir alan bulması oldu. Suudilerin en büyük beklentisi, Husiler ve El-Islah’ın karşılıklı mücadele içinde birbirini tüketmesi ve böylelikle Yemen üzerinde kendi hegemonyasını mutlak surette tesis edecek bir zeminin oluşmasıydı. Ne var ki süreçler, Husilerin elini beklenmedik derecede güçlendirdi.

Devrimin yeni dalgası, 2014 yılının Temmuz ayı sonlarında başkent Sana’da, yine sübvansiyonların kesilmesi üzerine iş ve ekmek talepli gösterilerle başladı. Husi Ensarullah hareketinin öncülük ettiği bu gösterilere katılanlar yalnızca Zeydi Şiiler değildi; Şafii Sünniler de dahil olmak üzere pek çok farklı mezhepten ve alt-mezhepten Yemenliler de bu gösterilerde yerlerini almıştı (ki bu noktada, geniş anlamıyla “Ortadoğu” coğrafyası içinde mezhepsel kimliklerin toplumsal görünürlüğünün en az olduğu ülkenin Yemen olduğunu, altını çizerek söylemek gerekiyor). Sokak hareketleri hızla askerileşti ve Eylül ayı sonlarına doğru başkentteki tüm devlet kurumları Husi milislerinin eline geçti. Bu süreç içinde bazı Sünni aşiretler de Husilere katılmış, Taiz Müftüsü Saad bin Akil gibi Şafii-Sünni din adamları bile Husiler lehine tutum almıştı.

Hareket Eylül ayında Yemen’de iktidara, elini uzatsa alabilecek kadar yakındı. Ancak sahip olduğu felsefe doğrultusunda “iktidarın yozlaştırıcılığına” inanan Husiler, kendileri yeni bir rejim kurmak yerine, tüm kesimlerin içinde yer alacağı yeni bir hükümet kurulması çağrısı yaptı. Mevcut hükümet istifasını Cumhurbaşkanı Hadi’ye sundu, ancak Hadi, böyle bir yeni hükümetin kurulması için girişimde bulunmak yerine “uzlaştırılması imkansız farklılıkları” gerekçe göstererek kendisi de istifa etti ve güneydeki Aden’e gitti.

Bu noktada Hadi yönetiminin “meşruiyeti” konusuna da değinmek gerekiyor. Siyaset biliminde siyasal meşruiyetin tanımı bellidir, ancak bu kavram gündelik politikada en keyfi ve rastgele şekilde kullanılan kelimelerden biridir. Örneğin bazı kişiler tarafından, seçilmiş liderler Muhammed Mursi ve Tayyip Erdoğan karşıtı sokak gösterileri “gayrimeşru” görülürken, en az onlar kadar seçilmiş liderler olan Nicolas Maduro ve Viktor Yanukoviç karşıtı gösterilerin nasıl meşru olduğu sorusunun tutarlı, ikna edici bir yanıtı yoktur. Bunu belirleyen yegane şey, alınan siyasi pozisyonlardır. Hadi de, aynı şekilde, belli çevrelerin siyasi pozisyonu doğrultusunda “meşru lider” olarak görülürken, buraya kadar anlattıklarımızdan hareketle asıl meşru olanın devrim olduğunu ileri sürecek bir pozisyon da gayet mümkündür.

Mansur el-Hadi, Aden şehrine müstafi cumhurbaşkanı olarak gitmişti, ancak Batı ülkelerinin ve KİK rejimlerinin arka arkaya Sana büyükelçiliklerini kapatmasıyla birdenbire cumhurbaşkanı olduğunu hatırlayıverdi ve Aden’de kendisi için yeni bir “meşru” mevzi oluşturmaya koyuldu. Bundan sonra Yemen’de bir nevi “ikili iktidar” meydana gelmiş oldu. Tıpkı 1978’den önce olduğu gibi artık, fiilen Sana merkezli bir Yemen ve Aden merkezli bir başka Yemen vardı. Bazı yorumculara göre bu, kuzey ve güneyin nüfus bileşenleri de düşündüldüğünde kalıcı olabilirdi.

İdeolojik ve itikadi farklılıklarına (yahut özgünlüklerine) karşın İran’a yakın olan Husilerin Sana’yı ele geçirmesi, Suudi Arabistan, Körfez rejimleri, ABD ve İsrail açısından statükoyu bozan bir gelişme olmuştu, ancak bir düzeyde, en azından geçici olarak tolere edilebilir nitelikteydi. Sana-Aden ikiliğinin zamanla “yeni statüko” haline gelmesi de mümkündü. Ancak Husilerin Aden yürüyüşü, Suudiler için müdahaleyi “kaçınılmaz” hale getirdi. Zira bu, arka bahçelerini tamamen kaybetmeleri anlamına geliyordu. Daha önemlisi, Aden Körfezi’nden Kızıldeniz’e açılan stratejik Babü’l-Mendeb boğazının kaybedilmesini de ifade ediyordu. Bu, orada bulunan İsrail savaş gemileri için de stratejik tehditti – tıpkı Bahreyn’de yine Suudi ordusunun eliyle boğulan devrim girişiminin Bahreyn karasularına demir atmış Amerikan Beşinci Filo’su için stratejik tehdit oluşturması gibi.

Tüm bu süreçler, 25-26 Mart tarihinde başlayan saldırıda, emperyalist devletlerle onların kuklası konumundaki Arap rejimlerini aynı ittifakın içinde bir araya getirdi. Son aylarda bölgede yaşanan başka gelişmelerin yarattığı zihinsel karmaşaları dağıtacak şekilde, klasik ABD-İsrail-Körfez ittifakı kuruldu ve Türkiye de safını bu ittifaktan yana ilan etti. “Hazin” bir şekilde, işbirlikçi Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas da bu ittifaka ve saldırıya destek verdi, hatta Abbas’ın danışmanlarından el-Hebbaş, Arap rejimlerinin kuracağı “Birleşik Arap Gücü”nün Gazze’de Hamas’a karşı böyle bir operasyon düzenlemesini de istedi. Daha ilginci Hamas da, bu satırların yazıldığı an itibariyle “resmiliği” hala tartışılan bir açıklamayla, zımni ve diplomatik bir dille tarafını koalisyon güçlerinden yana ilan etti. Böylelikle, geçtiğimiz Temmuz-Ağustos aylarında İsrail’in Gazze’de yarattığı dev yıkımın ardından Suudi parasıyla girişilecek yeniden inşanın siyasi nüfuz için kullanılacağını, hatta aslında bu ikisinin tek bir sürecin iki unsuru olduğunu savunan argümanın inandırıcılığı arttı. Yazının yazıldığı an itibariyle ABD destekli, Suudi liderliğindeki saldırıyı kınayan tek Filistinli örgüt, Marksist çizgideki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi oldu.

Bitirirken iki not daha düşelim. Husilerin/Ensarullah hareketinin ideolojik çizgisi, her türlü tartışmaya açıktır. Ancak ideolojik kimlikten daha önemli olan, fiili politik duruştur. Siyasi aktörlerin Suudi kuklası siyasetçiler, Müslüman Kardeşler, El Kaide/IŞİD ve Husiler olarak sıralandığı bir ülkede, desteklenebilir tek güç, diğer üçüne karşı mücadele eden ve geniş bir halk desteğine sahip olan son gruptur.

İkinci olarak, 2001 Afganistan işgaline karşı çıkanlar Taliban’ı, 2003’te Irak işgaline karşı çıkanlar Saddam Hüseyin’i savunmuyor, emperyalist saldırı, savaş, yağma ve yıkıma karşı çıkıyorlardı. Emperyalist devletler de, onların desteklediği bölgesel güçler de, başka bir ülkeye herhangi bir “insani” kaygı veya “meşruiyet” kaygısıyla müdahale etmezler; kendi hegemonyalarını yeniden tesis etmek için müdahale ederler ve bu, her zaman, bütün seçeneklerin içinde en kötüsüdür. Tüm bu noktalardan hareketle, Yemen saldırısına karşı çıkmak için yeterince sebep vardır. Saldırıya verilecek karşılıklar da, tamamen “meşru”dur.

Selim Sezer'in bu yazısı selimsezer.wordpress.com adresinden alınmıştır. Gitmek için tıklayınız