Tarihsel sosyoloji alanının önde gelen isimlerinden olan dünyaca ünlü sosyolog ve yazar Immanuel Wallerstein, dünya genelinde yaşanan güncel gelişmeleri analiz ettiği ve kendi sitesinde her 15 günde bir yayınlamakta olduğu yazılardan sonuncusunu ‘İkinci Arap İsyanı: Kazananlar ve Kaybedenler’ konusuna ayırdı.

Yazarın 1 Şubat tarihli bu yazısının Türkçe çevirisini, kendisinden aldığımız özel izinle yayınlıyoruz...

Çeviren: Ferhat İyidoğan / DEMOKRAT HABER

 
İkinci Arap İsyanı: Kazananlar ve Kaybedenler

Osmanlı İmparatorluğuna karşı 1916 tarihli Arap isyanı, Şerif Hüseyin Bin Ali liderliğinde gerçekleştirildi. Osmanlılar ülke dışına atıldı. Bu isyan, bununla birlikte, İngiliz ve Fransızlara kapıyı araladı. 1945 sonrasında, çoğu Arap ülkesi kademeli olarak Birleşmiş Milletler üyesi oldu. Ancak, çoğu kereler, bu bağımsızlıklar sonucunda, Fransa’nın hâkimiyetinde olan Magreb ve Lübnan dışında, geri kalan bölgede Birleşik Devletler, Büyük Britanya’nın yerini aldı.

Birkaç yıldan bu yana da, ikinci Arap isyanı hazırlanmaktadır. Tunus gençliğinin geçtiğimiz ay gerçekleşen başarılı ayaklanması bu isyanı körükledi. Cesaretli genç insanların hayatlarını tehlikeye atarak, dibine kadar yolsuzluğa batmış bir otoriter rejime karşı ayaklanarak devlet başkanlarını devirmeleri yalnızca alkışlanmalıdır. Gelecek adım ne olursa olsun, insanlık için güzel bir andır bu. Her zaman sorulan soru, bir sonraki adımın ne olacağıdır.

Aslında, iki soru sorulmalıdır. Diğer bazı ülkelerde benzer birçok ayaklanmalar başarılı olamazken, bu ayaklanma nasıl başarıya ulaştı? Ve sonra, Tunus’ta, diğer Arap ülkelerinde, bütün Dünya-sisteminde kazananlar ve kaybedenler kimler olacak? 

Otoriter rejime karşı başkaldırmak kolay bir iş değil. Rejim kendi emrinde olan para ve silah gücüyle, normal olarak sokaklarda kendisine meydan okuma girişimlerini kolaylıkla bastırabilir. Uzak bir Tunus kasabasında, rejimin ajanlarının kaprisli davranışlarını protesto etmek için, Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması gibi sembolik eylemler, Tunus’ta olduğu gibi diğer insanları ateşleyebilir. Ancak, bu eylemin rejimin yıkılmasıyla sonlanması için, bu rejimde bir takım çatlakların olması gerekir.

Tunus örneğinde, bu çatlaklar kesinlikle mevcuttur. Ne ordu ne de jandarma protestoculara ateş etmeye hazırdı; bu görevi, elit başkanlık muhafızlarına havale ettiler. Bu yeterli olmadı ve Başkan Zeynel Bin Abidin ve ailesi, kendisini kabul eden tek ülke olan Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda kaldılar. Fırtınadan kurtulmayı deneyen Ben Ali’nin partisinin önde gelen şahsiyetlerinin tutuklanmamak için Ben Ali’nin polis gücünün kilit adamı olan Abdülvahap Abdullah’ı tutuklamaları, rejimde çatlakların bulunduğunu açıkça gösteriyor. Stalin’in ölümünden sonra haleflerinin nasıl aynı nedenle hemen Lavrenti Beria’yı tutukladıklarını hatırlayınız.

Ben Ali’nin kaçmasından sonra, Ben Ali’nin faziletlerini savunmaya devam eden Libya’nın Kaddafi’si ve İtalya’nın Berlusconi’si dışında, elbette bütün dünya alkış tuttu. Ben Ali’nin dışarıdaki destekçisi Fransa, durumu yanlış değerlendirdiklerini itiraf etmekte yeterince zorlandı. Tunus’u sözüm ona, Fransız’ın güvenli ellerine terk eden Birleşik Devletler, aynı şekilde özür dileme ihtiyacı hissetmedi.

Herkes tarafından işaret edildiği üzere, Tunus örneği, benzer bir yolu izlemek konusunda her yerde Arap sokaklarını -şimdilik Mısır, Yemen ve Ürdün başta olmak üzere- cesaretlendirdi. Bu yazıyı yazarken, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in dayanıp dayanamayacağı kesin değil.

Bu durumda, kazananlar ve kaybedenler kimlerdir? Tunus’ta, Mısır’da, hatta diğer Arap ülkelerinde, en azından altı ay ya da belki daha uzun bir süre, kimin iktidara geleceğini bilmeyeceğiz. Kendiliğinden ayaklanmalar, 1917 Rusya’sında olduğu gibi, Lenin’in meşhur “iktidar sokaklardadır” cümlesinde ifade ettiği, bu gibi durumlar yaratmakta ve böylece Bolşeviklerin yaptığı gibi örgütlü, kararlı bir güç iktidarı ele geçirebilmektedir.

Güncel politik durum her Arap ülkesinde farklıdır. Bolşevikler gibi örgütlü, seküler, iktidarı almaya hazır güçlü bir partisi olan hiçbir Arap ülkesi yoktur. Ana bir rol oynamaya istekli çeşitli burjuva liberal hareketler mevcuttur, ancak bunlardan çok azı önemli bir altyapıya sahip görünüyorlar. En örgütlü olanlar İslami hareketlerdir. Fakat bu hareketler tek renkli değildir. Bunların İslam devleti yorumları, günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi diğer gruplara karşı görece hoş görülü olandan sert bir şeriat hukukuna kadar (Afganistan’da Taliban’ın uyguladığı gibi) ya da Mısır’daki Müslüman Kardeşler örneğinde olduğu gibi ikisi arasında, bir yelpazede sıralanmaktadır. İç güçler bakımından sonuçlar kesin değildir ve evrilmektedir. Dolayısıyla, iç güçlerden kimin kazanacağı son derece belirsizdir.

Ya durumu yoğun biçimde kontrol altında tutmaya çalışan dış güçlere ne demeli? Önde gelen dış aktör Birleşik Devletler’dir.  İkinci güç ise İran’dır. Diğerleri -Türkiye, Fransa, Büyük Britanya, Rusya, Çin- daha az önemli fakat yine de konuyla ilgilidir.

İkici Arap İsyanı’nın en çok kaybedeni hiç kuşkusuz Birleşik Devletler’dir. Bu durumu, şu anda, A.B.D. hükümetinin inanılmaz kararsızlığında gözlemleyebiliriz. Birleşik Devletler (dünyadaki diğer önde gelen güçler gibi), kendine dost rejimlerin önüne bir ölçü koyuyor. Washington, kazananın yanında yer almak istiyor; öngörülen kazanan, düşman değildir. Öyleyse, hâlihazırda Birleşik Devletler’in gerçek bir uydusu olan Mısır örneğindeki gibi bir durumda ne yapılmalıdır? Birleşik Devletler, herkesin önünde daha fazla “demokrasi”, şiddet karşıtı ve görüşme çağrısı yapan bir konuma düşmüştür. Perde gerisinde, çok sayıda insana ateş ederek, Birleşik Devletleri zor duruma düşürmemelerini Mısır ordusuna söylemiş oldukları görünüyor. Ancak Mübarek insanlara ateş açmadan ayakta kalabilir mi?

İkinci Arab İsyanı, içinde üç özelliğin baskın olduğu dünya çapında bir kaosun ortasında meydana gelmektedir – dünya nüfusunun en az üçte ikisinin yaşam standartlarının düşmesi; görece küçük yüksek tabakanın cari gelirindeki korkunç artışlar; ve sözde süper güç Birleşik Devletler’in yürürlükteki gücünün ciddi bir biçimde azalması. İkinci Arap İsyanı’nın, özellikle Arap dünyasında A.B.D.’nin gücünü daha fazla erozyona uğratacağı açığa çıkıyor, çünkü tam olarak, bugün bu ülkelerdeki politik popülaritenin temeli bu ülkelerin işlerine Birleşik Devletlerin burnunu sokmasına muhalefettir. A.B.D.’nin işlerine karışmasını isteyen ve buna bağımlı olan devletler bile böyle yapmaya devam edilmesini politik olarak tehlikeli görmekteler.  

En büyük dış güç İran’dır. İran rejimi, kısmen Arap olmadığı için kısmen de Şii olduğundan dolayı hiç şüphesiz büyük bir kuşkuyla görülmektedir. Bununla birlikte, A.B.D. politikası, İran’a en büyük mükâfatı verdi – Saddam Hüseyin’in tahtından edilmesi. Saddam, İran’ın en sert ve esaslı düşmanıydı. İran’lı liderler, George W. Bush’a bu harika mükâfat için günlük şükranlarını sunuyorlardır. İranlı liderler, İsrail’e ve bölgeye burnunu sokan A.B.D.’ye karşı esaslı bir şekilde muhalefet ettiklerini göstererek kendilerini Hamas gibi Şii olmayan hareketlere destek olmaya hazır göstererek, bu beklenmedik mükâfat üzerinden akıllı bir politika inşa ettiler.

Daha küçük ölçekte bir diğer kazanan ise Türkiye oldu. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olması ve Birleşik Devletler’in yakın müttefiki olması gibi ikili bir nedenle uzun süredir Arap dünyasındaki popüler güçler nezdinde lanetliydi. Bütün halka şeriat hukukunu dayatmaya çabalamayan, ama yalnızca İslami ibadetlerde bulunma hakkını (droit de cité) savunan, halk tarafından seçilen İslami bir hareket olan hükümet, daha önce İsrail ve Birleşik Devletler’le olan iyi ilişkilerini tehlikeye düşürme riskini bile göze alarak, ikinci Arap İsyanı’nı destekleme yönünde hareket etti.

Ve İkinci Arap İsyanı’nın en büyük kazananı, zaman içinde, kesinlikle Arap halkları olacaktır.

Kaynak:(www.iwallerstein.com)