Tüm dünyanın gözlerinin dikildiği, adım adım savaşa doğru ilerlenen günlerde, Suriye ile ilgili gelişmeleri, Ortadoğu'da yıllarını geçiren ve Ortadoğu üzerine çalışmalarıyla tanınan, araştırmacı-yazar Faik Bulut ile DemokratikUniversite.Net'ten Cem Avaroğlu konuştu...

 

Öncelikle hem uluslararası medyada, hem de Türk medyasında Suriye meselesine dair bilgiler tek yönlü bir biçimde aktarılıyor. Oraya dair gerçek bilgiye ulaşmamız medya üzerinden çok mümkün olmuyor.  Bu durum muhalefetin tam olarak nasıl bir içeriğe, nasıl bir plana ve hedefe sahip olduğunu bilmemizi zorlaştırıyor. Suriye'deki muhalefeti nasıl görmek gerek?

Uluslararası medyanın Suriye konusundaki haberlerinin son derece yanlı, taraflı, tümüyle rejim karşıtı ve maddi temelden yoksun; yani bir yerde yalan, karalama, iftira, uyduruk haber olduğu yönünde epeyce deneyimler yaşadık. Ama iki örnekle belki yetinebiliriz. Birisi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda görüşülürken, Humus’ta 350 kişinin öldürüldüğü, tam görüşme saatinde söylendi, yazıldı, çizildi. Tabi daha çok muhalefetin gayretleriyle böyle bir yayın oldu. Daha sonra anlaşıldı ki ölü sayısı 350 değil, 35’ti, 50’ydi. İnsanların ölmesine kuşkusuz karşı çıkarız, ama 350 deyip, 35 kişinin ölmüş olması, Birleşmiş Milletlerde kararın muhalefet lehine, rejim aleyhine çıkarılmasının hedeflendiğini gösteriyor. Bunun gibi İngiliz basını, Amerikan basını bu yönlü haberler yayınladı. Türkiye basınının-her halükarda oradan taklit ve tercüme olduğu için-özel bir gayret göstermesi gerekmiyor. Fakat son olarak El Cezire televizyonundan ayrılan bir grup oldu. Bunlar haberci ve muhabir grubuydu. Ve bu sefer Suriye’ye dair haberlerin düzmece olduğunu belgeleriyle ortaya koydular. Söz gelişi benim son seyrettiğim El Cezire’deki o düzmece haberin şöyle ilginç bir tarafı vardı: Yere yatırmışlar bir sürü insanı mizansen olarak, gençlerin üzerine boya dökmüşler, boyunlarına, ellerine, kollarına “işte bunlar vuruldu” diyorlar. Zaten Cezire’den daha önce de kopmalar olmuştu. Suriye’ye ilişkin değil ama genel anlamda bir kopuştu. Yani buradan çıkarıyoruz ki uluslararası medya esas olarak, uluslararası devletlerin, Amerika’nın, Avrupa’nın ya da Suriye rejimine tümüyle karşı olanların paralelinde, hatta sipariş haberler de yapabiliyor. Bu demek değildir ki, Suriye’de rejim iyi şeyler yapıyor. Öldürmüyor, kesmiyor, asmıyor ama haberler tek taraflı. Suriye medyasına bakıyorsunuz onlar da kendilerince tek taraflı veriyorlar haberleri. Genel olarak askeri, polisi savunmada gösteriyorlar. Buna karşı muhalifleri, zaten eli silah tutanları “terörist” olarak nitelendiriyorlar. Onların saldırılarına Suriye Devleti’nin, rejiminin, ülke bütünlüğünün saldırı altında olduğunu, bunların dış mihraklı olduğunu, dış destekli olduğunu, söyleyip duruyorlar. Bunun da çok objektif bir yorum olmadığını düşünüyorum.

“SAVAŞTA İLK ÖLEN GERÇEK OLUYOR!”
Mesela biz Türkiye’den bir heyet olarak gittiğimizde, pek çok uluslararası gazeteci de vardı. Bir şirket vasıtasıyla gittik. Bu şirket rejim yanlısı bir şirketti. Bizi Hama’ya götürdü. Gösterdiği yerler muhaliflerin, hep yakıp yıktığı yerlerdi. Mesela bir garnizona bomba atılmış orada 22 asker ölmüş, bir adliye yakılmış, oradaki zarar ziyanı gösterdi. Bir karakolu gösterdi. Sanıyorum bir takım dinamitlerle bombalanmış. Sonra orada insanların kafalarının kesilerek nehre atıldığına dair şeyler söylediler. Rivayetler bu, ki ben yanlış olmadığını düşünüyorum, doğrudur. Fakat öte taraftan vilayetten çıkıyoruz. Muhalifler önümüzü kesti 20-30 kişi bağırıyorlar “Bizi de görün” diye. Bu sefer “Şuraya da sizi götürelim buraya da sizi götürelim. Bir de işin bu tarafını görün” dediler. Tabi yasaklandık. Daha doğrusu hemen otobüslere bizi bindirdiler. Bu da gösteriyor ki savaş olunca, çatışmalar olunca ilk ölen gerçek oluyor, objektiflik oluyor. Ama genel olarak durum şu; çatışan taraflar var, gösteri yapanlar var, muhalifler var. Rejim de silahla bastırıyor. Tutukladıklarına işkence yapıyorlar. Ama muhalifler de onlardan daha masum değil. Çünkü onlar da kaçırdıklarına olmadık ölçüde işkence yapıyorlar. Hapse atıyorlar ( Hapis dediğim; bir eve kapatıyorlar). Kaçırıyorlar. Öldürüyorlar. Ortalık bir vahşet içerisinde. Mesela son olarak İstanbul’da yapılan toplantıda Beşar Esad’ın doktoru, profesör, o anlatıyordu. Rejim yanlıları, bunlar hem polis, asker hem de onların milis kuvvetleri var, “Şebiha” denen bir milis kuvvetleri var. Yakaladıklarının, “yaşasın özgürlük” diye bağıranların gırtlaklarını kesiyorlar, diri diri, canlı canlı. Ya da ters bakanların gözlerini oyuyorlar. Ama benzer şeyleri muhaliflerde de görüyorsunuz. Olay şu; Suriye’ye çok yönlü bir müdahale var. Birden fazla el var o bölgede. Birden fazla, yerli yabancı parmak var işin içerisinde. Ve aynı zamanda rejimin hem saldırısı, hem savunması var. Hem tek başına saldırı demem çok doğru değil, hem de tek başına savunma demem çok doğru değil.

MUHALEFETTE ÜÇ ANA YAKLAŞIM VAR

Muhalefete gelince; aslında bakarsanız çok bölük pörçük bir yapıya sahip. Parçalı, merkezi bir yönetimden uzak. Çok sayıda muhalif odaklar, oluşumlar söz konusu. Benim son olarak okuduğum kadarıyla 63-64 civarı muhalif grup vardı. Zaman zaman semt komiteleri, zaman zaman mahalle komiteleri ya da şu ilin koordinasyon komiteleri, halk komiteleri adı altında, bazen partiler, siyasal partiler, bazen şahsiyetler bu işin içindeler. 63-64 muhalif kesimden söz etmek mümkün. Sürekli de bölünüyorlar. Onun için kesin sayıyı vermekte doğru değil. Fakat bunları üç ana kategoride toplamak mümkün. Birisi; Diaspora, yani yurt dışında yer alan muhalifler. Antalya’da İstanbul’da Türkiye ile birlikte toplantı yapan kesim bunlar. Bunun başkanı Burhan Galyon, kendisine solcu deniliyormuş. Ama ben AKP’yi destekleyen sol tiplerden olduğunu düşünüyorum. Yani o türden bir sol. Fransa’nın adamı olduğuna dair çok ciddi iddialar var. Adamından ne kast ettiğimi tahmin edersiniz. Bu muhalefet zaten Amerika’da ve Londra’da yaşıyor, İngiltere ve Fransa’da, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, Suudi Arabistan ve Katar gibi yerlerde yaşıyorlar. Bu muhalefet de tek parçalı değil. Ama kabataslak İslamcılardan, liberallerden, batı yanlılarından, batının adamlarından oluşuyor demek çok doğru olur. Irak işgali zamanında da Ahmet Çelebi’yi muhalif olarak dışarıdan getirtmişlerdi. Yani bunlar Suriye’ye gelirlerse tanklar, toplar üzerinde gelecekler, işgal edecekler. Bu muhalefetin fazla tabanı yok. Bunu sadece ben söylemiyorum, diğer muhalif gruplar da bunu söylüyor. Belki on bin, yirmi binlerle söylenebilir, belki bindir iki bindir. Çünkü içeride tabanı yok. İçeriden onları destekleyen gözle görünür bir kitle bulunmuyor. Mutlaka sempatizanları vardır. Ama bunlar bütün Suriye muhalefetinin temsilcisi olarak gösterilmeye çalışılıyor. Bu kesinlikle doğru değil. Bu sadece muhalif bir grup. Bu muhalefet esas olarak Amerika, Avrupa, Türkiye hatta Katar, Suudi Arabistan parası ve silahlarıyla bir şekilde müdahale ile bu rejimin devrilmesini istiyor. Ve böylece başa geçmek istiyor.

Diğer muhalefet ise Suriye içerisinde; iki muhalefet var. Onların liderinin ikisinin de ismi “Heysem” ama soyadları farklı. İki ayrı kanadın liderleri, onların temel itirazları; birinci muhalefetin sırtını sırf yabancılara dayadığı ve kitlesinin olmadığı üzerine kurulu ve Suriye’ye müdahale ile bu işi kurtaracakları ve silahla çatışmayla Suriye ordusu gibi generaller, askerler üzerinden, ülkeyi giderek iç savaşa sürükleyecekleri yönünde suçlamaları var. İçerideki muhalefetteki, iki kanadın kendi arasındaki farklılıkları ise birisi diyalog yoluyla çözelim diyor. Diyalogdan kasıt rejimle temas kuralım, ortak noktada anlaşalım. Diyelim ki “demokratikleşme anayasada yer alsın, ekonomik, idari reformlar yapılsın.” Diğeri “diyalog değil, pazarlık yapalım” diyor. “Biz zaten güçlüyüz rejim çürümek üzere pazarlık yapalım, çözelim. Diyelim ki geçici koalisyon hükümeti kuralım. Sizden %20 bizden % 50 olsun” vs diyorlar. Birisi diyalogcu, birisi pazarlıkçı yani. İçerideki muhalefetin dışarıdaki muhalefete en önemli itirazı kitleniz, kökünüz yok. Siz tankların sırtında gelmek istiyorsunuz ve buradaki barışçıl gösterileri, askerileştirmek, çatışmaya sürüklemek suretiyle ülkeyi kaosa, kargaşaya sürüklemek istiyorsunuz. Temel şey bu. Diaspora da bunlara “içerideki işbirlikçi ve hainler” diyor. Bir üçüncüsü; içeridekilerin kitlesi daha çok elit gruplar, aydın, esnaf, yazar, doktor vs. böyle bir çevre. Halka yayılan ciddi bir tabanları, sokağa yayılan tabanları yok. Daha çok siyasi anlamda, iş düzeyinde, politikanın belli bir seviyesinden sonra bu muhalifler etkin. Şöyle desek daha doğru olur; muhalifler meydanlarda muhalif değiller. Siyasi olarak varlar. Ve en geniş kitle, sokaklardakiler genelde gençler, İslamcılara yakın gençler. Eşgüdüm komiteleri, koordinasyon komiteleri üzerinden örgütleniyorlar. Bunu Humus’ta şu semtte, Hama’da şu semtte, Şam’da şurada burada görebiliyoruz. Bunlar esas meydana çıkan, gösteri yapanlar.

Bir de Kürt muhalefeti var. Kürt muhalefeti, daha çok belli bir bölgede sıkışmış durumda. Daha çok Kürtlerin var olduğu alanda etkinler. Şam’da bir mahalle var. Orada aşağı yukarı 500 bin Kürt yaşıyor. Zaman zaman gece vakitleri ya da belli saatlerde gösteri yapıyorlar. Halep çevresinde çok yoğunlar. Bir de Haseki-Qamişlo hattında varlar. Kilis ve Hatay’ın karşısında başlayıp, Viranşehir’in karşı hizasına kadar uzanan bir hat olarak Kürtler asıl olarak bu bölgelerde yoğunlaşmış durumda. Kürtlerin de genel tabii istekleri demokrasi. Ama bundan daha özel istekleri de var. Statü kazanmak, özerklik ya da federasyon isteyenler ve bir de anadil hakkının tescil edilmesi gibi talepleri var. Kürtler de ikiye ayrılmış durumdalar. Nispeten Irak’ta Barzani’ye yakın duran kesimler var. Dokuz ayrı Kürt parti ve derneğiyle birlikte hareket ediyorlar. Kürt Ulusal Konseyi’ni kurmuşlar. Bir de PKK’ye yakın Kürtler var. Daha çok Halep ve Qamişlo civarındalar. Şimdiye kadar Kürtlerin tavırlarında genel olarak “Muhalifler bize de bir şey vermeyecekler. Gelen muhalifleri biliyoruz. Bir kısmı dinci, İslamcı, Arap milliyetçisi, Esad gitse de bize çok bir şey gelmez. Yani oradan bize çok pay düşmez” diye tereddüt hakimdi. Fakat son zamanlarda nispeten dokuzlu grup, Barzani’ye yakın grup, hem Diaspora muhalefetine, hem de içerideki muhalefete ama daha çok Diaspora muhalefetine yakınlaştı. Fakat Diaspora, şimdiye kadar Kürtlere çok açık bir vaatte bulunmadı. “Kürtlerin hakkını koruyacağız” dediler. Hatta tesadüfen telaffuz da ettiler; “Onlara özerklik de vereceğiz” diye. Fakat bunlar sadece vaatler. Bunlar sözde kaldı. Kağıt üzerinde bir anlaşma şeklinde yansımadı. Çünkü Türkiye bunu hiç istemiyor. Muhaliflerin Kürt meselesinde, Kürtlere özerkliklerini veya haklarını vermeleri, Türkiye hükümetinin de pek işine gelmiyor. Dolayısıyla şimdilik böyle kaldı.

“ULUSLARARASI MÜDAHALE KÜRTLERİN EZİLMESİDİR” BDP-PKK paralelinde düşünenler ise “Biz dış müdahaleye karşıyız. Türkiye’nin tampon bölge kurmasına da karşıyız. Hele hele Türkiye’nin müdahalesine tamamen karşıyız.” diyorlar. Türkiye’nin müdahalesi, Suriye halkının hayrına olmayacağı gibi Kürtlerin hiç hayrına olmayacaktır, diye söylemler içindeler. Ve “Bir müdahale olursa biz direniriz. Sadece itiraz etmeyiz, direniriz” diyorlar. Onların kısacası A planı ve B planı var. BDP ve PKK’ye yakın dediğimiz muhalefetin, A planı: Rejim düşerse. B planı: Rejim düşmezse. Rejim düşse de, düşmese de hep tedbir alıyorlar. Suriye yönetimi de kargaşanın ve isyanın yoğun olduğu bölgelere asker, polis ve istihbarat yığınağı çok yaptığından göreceli olarak, Kürtlerin yaşadığı bölgeleri boşaltmış durumda. Bazı askeri kurumları ve karakolları boşaltmış durumda. Genelde sınırda değil. Şehir içlerinde de bu tip kurumları boşaltmış durumda. Kürtler de, giderek bu bölgelere yerleşiyor, kendi yönetimlerini inşa etmek üzere, kurtarılmış bölgeler oluşturma, kurtarılmış mahalleler, semtler kurarak; Kürtçe dersler, okullarda Kürtçe eğitim veriyorlar. Günlük hayatı yönlendiriyorlar. Biraz da asayiş kolluk kuvvetleri mantığıyla hareket ediyorlar. Sanki buralarda, bir boşluk var, öyle de “Buraları artık biz yöneteceğiz. İşte A planı, B planı biz bunu kuracağız. biz bunu oluşturacağız” diyorlar. “Rejimle diyalog yoluyla biz bu işi çözersek. Diyeceğiz kardeşim bize kendimizi yönetme hakkı verin, özerklik, özyönetim neyse bunu ver ve bunu tescil et. Anayasaya da sokalım. Yok rejim düşerse gelecek muhalefetle, yani kim iktidar olacak ise yine emri vaki bir biçimde, defacto olarak bunların önüne koyalım.” diye düşünüyorlar. BDP-PKK çizgisine yakın muhalefet Suriye içindeki muhalefetle işbirliği içerisinde, dışarıdaki muhalefeti hiç sevmiyor. Hem onlar müdahale istedikleri için hiç sevmiyor. Hem de Türkiye’yi, Suriye’nin üzerine sürecekleri için sevmiyorlar. Türkiye’nin de gelmesi deyim yerindeyse, Kürtlerin bir anlamda ezilmesi. Bir şekilde bastırılması anlamına geleceği için sevmiyorlar. Muhalefetin anatomisi bu şekilde.

Ortadoğu’da gelişen halk hareketlerinin ardından Müslüman kardeşler bilinçli olarak ön plana çıkarılmaya başlandı. Ardından Libya’ya karşı bir müdahale gerçekleşti. Suriye’de de benzeri bir hareket veya Diaspora üzerinden dışarıdan planlar var. Emperyalistler Ortadoğu’ya dair, Ortadoğu halklarına dair neler planlıyor olabilirler?
Ortadoğu halklarından ziyade kendi çıkarları ön planda. Esas olan o kısımdır. Meseleye jeopolitik, jeostratejik bakmak lazım. Bu bölgede nispeten, İsrail- Amerika ittifakına karşı kabataslak olarak söylersem, direngen, belli direniş noktaları vardır. İşte Hizbullah vardır vb. Bu tarafta Suriye vardır. Öbür tarafta Filistin örgütleri var. Esas olarak da Suriye’de bulunuyorlar. Lübnan’da da bulunuyorlar. İran var. Irak belli ölçüde İran’la Amerika arasında kalmış olmakla birlikte, şu anda onlarla birlikte saf tutuyorlar. Bu direniş noktalarının esas olarak “bitirilmesi” demek. Özellikle Amerika’nın ve Fransa’nın bu bölgeye tümüyle egemen olması demektir. Aynı zamanda, İsrail’in de işine gelen bir durum. O anlamda Suriye düşerse, Lübnan düşer, Lübnan düşerse bir şekilde İran’ın düşeceği varsayılıyor. İran düşerse ABD büyük oyunda, bu Büyük Asya Projesi’nde başarılı olabilecektir. Obama döneminden beri Büyük Ortadoğu Projesi yerine, Büyük Asya Projesi olarak adlandırıyorlar. Rusya’nın, Çin’in kapısına dayanacaklar. Büyük rekabet belki de çok ileride, 3. Dünya Savaşı’na yol açacak. Asıl amaç bu “direnme noktalarını” yıkmak. Direnme noktalarını yıktığı zaman, jeopolitik çıkarlar temelinde, bunu sadece petrole vs. bağlamak doğru değil, hem kuşatma politikalarını hem yayılma politikalarını, hem yeryüzünde deyim yerindeyse, küresel kapitalizmin her bakımdan yayılmacı politikalarına karşı, küçük bir barikatı hatta refüjü, ortadan kaldırma, en küçük ayaklarına dolanacak bir taşı tümüyle ortadan kaldırma harekatıdır. Ki buna biz temizlik harekatı da diyebiliriz. Bilinen bir deyimdir, “dikensiz gül bahçesi” ama “dikensiz gül bahçesi”ni de oturarak değil, resmen tepemize bindire bindire bunu yapmaya çalışacaklar.

Amerika uyumlu bir İslamı, AKP modeli bir İslamcılığı yaymaya çalışacak. Esas gaye bu. Bunun dışında emperyalizmin ya da küresel kapitalizmin girdiği her yere petrol şirketleri giriyor, silah şirketleri giriyor. 1992’de “Kuveyt, Saddam’ın işgalinden kurtarıldı” denildiği dönemde, rakamdan çok emin olmamakla birlikte, Amerikalılar ve İngilizler yaklaşık olarak 100 milyar dolarlık silah sattılar. Amerika ve İngiltere ortaktı. İngilizler ihalelere girmeye çalıştı. İhalelerin önemli bir kısmını kapmaya gayret ettiler ama ne oldu. Amerikan şirketleri devreye girdi. “Pastanın güzel kısmını size bırakmayız” dedi. Mesela Irak düştüğünde, Çin ve Rusya hatta Fransız şirketleri dışarıda bırakıldı. Bunlar çok yönlüdür. Jeopolitik, jeostratejik demek daha doğru olur.

“Türkiye Suriye’ye, İsrail İran’a girecek.” vb. haberlere sıkça rastlıyoruz. Böyle olması durumunda; Suriye’nin ABD, Fransa ve Avrupa devletlerinin daha da kontrolünde bir yönetime sahip olması, İran’a yönelik benzeri bir harekata girişilmesi, Rusya ve Çin’in müdahaleye karşı tutumunu daha da keskinleştirecektir. Okların İran’a yönelmesi artık tamamen onların da çıkarlarının ortadan kalkacağı bir durum oluşturacak. Böylesi bir tabloda neler gelişebilir?
Bu tür soruları ortaya atan, akla getiren kim olursa olsun, cevabı 1. Dünya Savaşı öncesi süreçte arıyorum. Bu süreçte büyük devletler bu bölgede nerelere, nasıl girdiler, nasıl kapışarak girdiler? Hangi rejimleri devirerek girdiler? Önermesinde cevaplar aranabilir. 2. Dünya Savaşı da biraz böyleydi. Ama 1. Dünya Savaşı çok daha buna benzerdi. Dolayısıyla bu dünya ölçeğinde bir kapışma aslında, Amerika tek kutuplu olmaktan çıkıyor. Çok kutuplu güçler beliriyor. Çin’dir, Hindistan’dır, Rusya büyük güç devletleri devreye giriyor. Ve büyük güçler arasında kimse “Bu benim müttefikimdir. Bu benim dostumdur” diye bakmıyor. Libya’nın işgal meselesi de bir anlamda buydu. Mesela Amerika, Fransa’yı Kuzey Afrika’daki bölgeyi, Frankofon bölgeler diyorlar, Fas, Tunus, Cezayir hep Frankofon, eski Fransız sömürgeleridir. Amerika, Libya savaşından çok çok önce Africon kuvvetleri teşkil ederek, oradaki petrol rezervlerini korumayı amaçladı. Hem orada, Çin’in olduğu o bölgede ekonomik olarak yayılmasını, gelişmesini önlemeye çalıştı. Hem de öte tarafta Fransa’yı bile tasfiye etti. Yani orada dost falan da yok. Fransa Libya’da bir boşluk gördü. Buradan girerek, yeniden kendini ikame etmeye çalıştı, geliştirmeye çalıştı. Libya Müdahalesi, Fransa’nın, Sarkozy’nin aptallığından ya da ukalalığından, pervasızlığından yaşanmadı. Onun altında yatan bir sürü ekonomik etken vardı. Mesela Libya 1500 km’lik irsaliye hattıyla, çöle su taşımayı planlıyordu. Su hem içme, hem tarım sulama suyu olarak planlanıyordu. Ama Libya’daki pet şişe dahil, en fazla su ticaretini yapan bir Fransız şirketiydi. Sarkozy’nin arkasında duran o şirket oldu. Anlatmak istediğim basit, gece rüyada gördük veya tophane kabadayısı gibi değil. Tamamen çıkarlar temelinde gerçekleşti.

“SIRA İRAN, RUSYA VE ÇİN’E GELECEK” Rusya, İran ve Çin bu işi hissediyorlar. Jeopolitik, jeostratejik olarak farkındalar. Amerika, Batı birden yüklenmiyor. Kaleleri, deyim yerindeyse mevzileri, düşürerek ilerliyor. Bu süreçte, en zayıf nokta kendilerine göre Suriye. İçeride de muhalefet var. Muhalefet, halkın ayağa kalkması, esas olarak olumlu bir durum. Suriye’de yiyicilik vardı. Tek partiyle iken hanedanlık vardı. Oligarşik yönetim vardı. Halkın bunların hepsine itirazları haklıdır. Orta tabaka yok olmuştu. Çünkü çok zengin ve çok fakir arasında büyük bir uçurum vardı. Suriye’de çok fazla özgürlük de yoktu. Bunların hepsi haklıdır. Yani muhalefet derken, insanların isyanı çok haklıdır. İsyan haklı başka, isyanı yaparken hangi gerekçelere hangi güçlere dayanacak, hangi argümanlara dayanarak gerçekleşecek başkadır. Suriye’yi bir denemişlerdi zaten “Hariri suikastı” sürecinde, “Hariri’yi Suriye öldürdü” diyerek, Suriye’yi Lübnan’dan sürdüler. Irak’ı da işgal etmişlerdi ve uzun yıllar Suriye’yi sıkıştırdılar. Ama Suriye dayandı. Güçleri vardı. Müttefikler vardı, dayandı. Lübnan’da da güçler vardı. Sonrasında Hizbullah kazandı. Mevcut Lübnan hükümetini destekledi. Hariri’yi tasfiye ettiler. Dolayısıyla Suriye mevzi kazandı, geçici bir mevzi. Ama Amerika ve batı ilk hamleyle yetinmedi. Yeniden ikinci bir hamle yaptı. Bu hamle, çok daha geniş bir hamle. Çünkü içeriden bir hamledir. İçeriden bir dinamizm var ve o dinamizmi kendi lehine istismar etmek istiyor, kullanmak istiyor ve orayı işgal etmek istiyor. Bir şekilde askeri işgal olması gerekmiyor. Ama bir şekilde o rejimi düşürmek istiyor. O rejimi düşürünce sıranın İran’a geleceği belli. İran da bunun çok farkında. Türkiye de “bak o Alevi, o Şii, o Şii o da Şii bunlar birbirini destekliyor” denmesi hikayedir. Din, inanç siyaset unsuru bu tür ittifaklarda, belki bir lehim olabilir. Ama esas perçinleyici olan şey değildir. Esas sebep değildir. Yakınlaşmanın bir nedeni olabilir. Diyelim ki benle sen bir futbol takımında oynuyoruz. Hemşeri olmamız bir yakınlaşma getirir. Ama bizim için bu futbol takımında ikimizin iyi oynaması paslaşmasıdır. Böyle bakmakta yarar var. Durum böyle olunca İran’ın, Suriye’yi ölümüne savunmasını buralarda aramak lazım. İran biliyor ki Suriye düştüğünde, Lübnan düştüğünde kendisi de çok büyük darbe alacaktır. Düşmeyecektir ama çok büyük darbe alacaktır. Rusya’yla, Çin de bunu biliyor. Eğer Suriye düşerse, İran sıkışacaktır. İran bir şekilde düşerse, sıra kendilerine gelecek. O bakımdan ölümüne değilse bile sonuna kadar, son dakikaya kadar, Amerika’nın, Avrupa’nın, NATO’nun, bu arada Türkiye’nin hamlelerine, bu ataklarına karşı askeri, siyasi, diplomatik atak hatta küresel ekonomik atağa karşı bir direnme mevzisi oluşturuyorlar. Tabi her şeyi önceden kestirmek de mümkün değil. Günün birinde Rusya, diyelim ki Amerika’yla daha yağlı bir anlaşma yaparsa, belki de vazgeçerler. Ama Rusya şunun bilincinde, Avrasya Projesi denen şey esas olarak Amerika’nın yayılmasına karşı olan bir proje, o halde burada direnmeleri lazım. Annan Planı bir anlamda Rusya’nın diplomatik başarısı, Arap ülkelerinin müdahalesinin de önüne geçti. Türkiye’nin müdahalesinin de önüne geçti. Amerika’nın önünü kesti vs. Tabi burada şöyle dersem daha doğru olacak; direnebildikleri kadar direneceklerdir. Bu direnme çok ileride bölgesel savaşlar olursa kapışmaya dönüşebilir, dolaylı kapışmalarda olur. Ama bunun bilincindeler son ana kadar da bu tutumlarını devam ettirecekler. Ama devletler diplomasisinde hiçbir şeyin garantisi yoktur.

“TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI KÜRESEL KAPİTALİZMLE “UYUMLU”!
Türkiye'nin, savaşın ve müdahalenin bayraktarlığını edinecek bir düzeyde tutum almasını neye bağlamak lazım? Yukarıda da bahsettiniz; Suriye’deki Kürt muhalefetinin, Kürt Özgürlük Hareketinin güç kazanmış olması, Türkiye'nin tutumundaki tek belirleyici midir?

Yok. Tek etkeni bu değildir. Yani birkaç etkenden söz etmek lazım. Daha başından biraz geriye giderek, arka plana bakmak lazım. Hatırlıyorsanız AKP hükümeti, Ortadoğu’ya açılım adı altında Irak’a gitti. Suriye’ye gitti, “kardeşleşmeler”, “ortaklaşmalar” oldu. Vizeler kaldırıldı. Her gittikleri ülkede. Ticari antlaşmalar, çok yönlü antlaşmalar yapıldı. Kardeşlik, mardeşlik diplomaside yağlama, yıkama yönüdür. Batı da çok fazla itiraz etmedi. Gerçi eksen kayması falan dediler. Ama orada esas olan şuydu; küresel ekonomi, Türkiye üzerinden Arap ülkelerinin özellikle Irak gibi, Suriye gibi, Lübnan gibi bölgelerine çok daha fazla, engel tanımadan girmek istiyordu. Yani Türkiye’de oluşturduğu şartların bir benzerini Arap ülkelerinde yapmak istiyordu. Çünkü Arap ülkelerinde evet özelleştirmeler oldu, şu oldu, bu oldu ama Türkiye kadar gerçekleşmedi. 1950’yi baz alırsanız, Türkiye’nin NATO’ya girişi, kapitalist ekonomiye adapte oluşu, deyim yerindeyse batı ekonomik sistemine entegre oluşunun ele alırsanız, 50-60 senelik bir süreçten geçmiştir. Halbuki Arap ülkelerinin en özelleştirmeci ülkesi Mısır’dı. Ama Mısır bile 1975’lerde başladı. Kapitalist küresel ekonomiye adapte olmaları, hatta Mısır bile bağlantısız ülkelerle birlikte hareket ettiği için çok fazla özelleştirmeye falan gitmiyordu. Politik açıdan daha fazlaydı. Yani şunun şurasında toplarsanız 20-30 yıllık bir tecrübeleri var. Küresel ekonomiyle ciddi olarak tanışmalarını 1990’lardan başlatmak gerek belki de. O zamana kadar daha çok Varşova Paktı ülkeleri, Doğu Avrupa ülkeleriyle, Çin’le ilişkiler vardı. Özetle birincisi küresel pazarın, ekonomik sömürünün önündeki ne kadar engel varsa Türkiye üzerinden aşmak istiyor. Vizeler buna kolaylık sağlıyordu. Birinci neden budur. İkinci neden, Ortadoğu’ya açılmanın eskiden Türkiye, Batı-NATO çerçevesinde, Amerika’yla ikili antlaşmalar çerçevesinde, Turancılık ve Türkçülük üzerinden bir yayılmacı politika izliyordu. Özellikle bu Sovyet içyapı çökünce, “Kerkük’ü de alacağız Musul’u da alacağız.” söylemleri, “Dünya Turancılık, kızıl elma” modeliyle hareket ediliyordu. Amerika bunu daha çok kılıfına uyduruyordu. Sovyet iç yapı çökünce Demirel’i hatırlıyorsanız Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar artık buraların abisiyiz vs gibi söylemlerde bulunuyordu. Dikkat edin bunun çerçevesinde, Demirel döneminde cemaatin Türkiye okullara falan açılması, oralarda okullar açması, bölgeleri kurması, o döneme rast geliyordu. Ortadoğu’da Turancılık çok fazla tutmuyor. Özellikle TC, geldi, gitti, baktı, kızıl elma falan yok ortada, birde o ideolojiyle açılmak artık mümkün değil.

Şimdi ise Yeni Osmanlıcılık ve ılımlı İslam üzerinden hareket ediliyor. Yeni Osmanlıcılık Orta Asya’ya yayılma politikası falan değildir. Daha çok Kafkas, Balkan ve Ortadoğu üzerinedir. Ortadoğu’ya açılmanın argümanlarından birisidir. Yeni Osmanlıcılıkta; “Onun tapusu bende, Kudüs’ün anahtarı bende, Bağdat’ın tapusu bende, Şam’da ne kadar güzel günlerimiz geçiyordu. Beraber kardeş kardeş yaşıyorduk. Osmanlı ne güzel rüya gibi bir yönetimdi.” falan diye efsaneler yaratıldı. Ama tek soruyla her şey çöker; “Osmanlı’nın ilacı olsa kendi başına sürerdi. Bu kadar iyi olan Osmanlı niye çöktü?” sadece çöktürülmedi. Aynı zamanda da çöktü. Osmanlı’nın o dönemde yaptığı sömürgeci davranışlar hiç unutmam. Hatta Cemal Paşa’nın Arap özgürlükçülerine, o dönem için kurşundan tasarruf etmek adına beş insanı arka arkaya dizip, beşini bir kurşunla öldürdüğünü, Beyrut’ta Şam’da insanları sıra sıra idam ettiren, uygulamalarını bunları unutmayalım. Bu da bir egemenlik yapısıydı. Yani egemen, efendi bir milletti. Ve bir anlamda klasik bir sömürgecilikti. Dolayısıyla Arap dünyasının böyle çok tatlı anıları yok. Biz bize burada propaganda yapıyoruz. Tabi bunun ideolojik yanı var. AKP’nin hocası Davutoğlu, malum “stratejik derinlik” diye kitap yazdı. Aslında gözlerinden kaçan bir şey var. “Stratejik Derinlik”in esası Sezai Karakoç’undur. İslami kesimde çok bilinen bir düşünürdür. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz. Ama bunlar, onun temyizleridir, öğrencileridir. Tezgahından geçmişlerdir. Davutoğlu da bunlardan birisidir. Arap İslam Federasyonu hülyası hep olmuştur. Hem önermedir, hem hülyadır. Bunu ideolojik olarak bunun gereklerine uygun bir Arap İslam Federasyonu yaratacaksanız. Peki sende laik bir rejim, öbüründe komünist bir rejim, öbüründe sosyal demokrat bir rejim, öbüründe İslamcı-cemaatçi bir rejim olması mümkün değil. Onun da yönetim kademelerini İslamileştirmesi, muhafazakarlaştırması lazım. Bu anlamda AKP’nin Müslüman Kardeşlere, Mısır’daki, Müslüman Kardeşlere, Tunus’taki, Suriye’deki Müslüman Kardeşlere, yani İslami kesimlere destek olması, onlara akıl vermesi, hatta onları buralara getirip, oralara kadrolar gönderip, eğitmesi birazda bundandır. Bir anlamda Arap İslam Federasyonu’nun iktidar anlamında da eşgüdümlü, eş zihniyetli, eş ideolojik bir yapısının olması lazım. Bu da bir nedendir.

Bir başka neden de Türkiye malum dış politikası ve iç politikasında çok bağımsız değil. Özellikle dış politikalarında hemen hemen hiç bağımsız değil. Amerika’yla ikili antlaşmaları var. NATO’yla angajmanlarımız var. Yani yükümlülüklerimiz var. Başbakan dedi ki “NATO’nun Libya’da ne işi var?” üç gün sonra gittiler, NATO’dan görev verdiler. Görev aldı. Dolayısıyla bağımsız olmadığınız zaman, politikanız bağımsız değildir. Bir diğer anlamıyla söylersek; bağımlıysanız onların politikaları, bölgedeki jeopolitik çıkarları geçerlidir. Sizin söyleyeceğiniz şeyler çok geçerli değil. Davutoğlu olsun, başbakan olsun, genelde Ahmet Davutoğlu “tüm politikalarımız batının politikalarıyla, ABD’nin politikalarıyla uyumludur.” der. Uyumluluk demek, onların çıkarlarıyla çatışmamak demektir.

ABD-TÜRKİYE ANLAŞMASI: KÜRTLERİ VER, SURİYE’Yİ AL

Birisi de Kürt meselesidir. Şimdi orada Kürtler herhangi bir şeklide statü alırlarsa, daha özgür olurlarsa, demokratik haklarını alırlarsa Türkiye’ye olumsuz örnek teşkil edecektir. AKP halbuki, Obama’dan şu sözü aldığına dair önemli söylentiler, rivayetler var. Kürt meselesini, AKP’nin ezmesi karşılığında, bu tarafta ve o tarafta bunlarda Suriye politikasında ABD’nin dediklerinin yapacaklar. “Obama sen beni Kürtleri ezme politikasında destekle ben de seni Suriye konusunda destekleyeyim” diye. Tabi AKP içerisinde de ekipler var. Bir tür cemaat denen bir unsur var. Kuşkusuz belli “direnme noktaları” vardır. Topla müdahale edelim, şu edelim, bu edelime itirazlar vardır. Direnme demesek bile tereddütler, diyebiliriz. Ama cemaat politikaları Amerika’yla daha uyumlu olduğu için ister istemez cemaatin politikaları, AKP içerisinde daha baskın karakter ana sebepleri bunlardır.

Bu işlerin hepsi, KCK operasyonları, şunlar bunlar vs. AKP’nin özellikle de başbakanın Kürtleri ezerek Kürt meselesini ezerek halletme, çözme demiyorum dikkat ederseniz. Halletme, yani bir anlamda bitirme olumsuz anlamda bitirme politikasının birebir Amerika’da planlandığını yurt dışında planlandığını söylemek mümkün değil. Bu biraz fazla iddialı olur, deyim yerindeyse her şeyi dışarıdan gören bir komplocu kafa olur, ama AKP durmuyor; hazır Suriye gibi bir kriz çıkmışken, AB ve Amerika Türkiye’den “aslansın, kaplansın, sen bunu bizim adımıza yap, yapıver, iyisin, bir süngünü attın mı bitiriverirsin” demişken AKP orada fırsatı yakalıyor. Çok tipik bir fırsatçılık yapıyor, o da şu; büyük ihtimalle madem Suriye’yi bu kadar istiyorsunuz o zaman bana Kürtlerin kellesini getirin demiyor, bağışlayın diyor “siz ses çıkarmayın ben gidebileceğim yere kadar gideyim diyor” bu da tabi ki Amerika’nın işine geliyor.

http://www.demokratikuniversite.net/