Doç. Dr. Sinan Alçın’la Ortadoğu ve Suriye’deki gelişmeleri değerlendirdik…

Kadir Kaçan / Demokrat Haber İstanbul

Ortadoğu’da son 20 yıldır sürekli değişimler yaşanıyor. Kimisi buna devrim diyor. Siz Ortadoğu’da olup bitenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ortadoğu, tarihin her döneminde medeniyetlerin ve kültürlerin beşiği oldu. Verimli Hilal’in beslediği topraklar bir yandan nüfus yoğunluğu yaratırken öte yandan da üç kıtanın birleşim noktası olarak Ortadoğu ticaretin ve medeniyetler arası ittifak ve çatışmaların merkezi oldu.

Fakat son 20 yıldaki değişim Ortadoğu’nun öznel koşullarından çok eşitsiz kapitalist gelişimin yarattığı sınıfsal bir kutuplaşmadır. Bir yanda sırtını batı kapitalizmine dayamış emirler, krallar ve despotik yönetimler öte yanda ise dünyanın ucuz emek-gücü deposu olarak görülen milyonlarca işçi ve emekçi. Bu ikili yapı Ortadoğu coğrafyasını tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar kutuplaştırmıştır. Bir yanda Dubai’de yükselen gökdelenler öte yanda hapishaneye dönüştürülen atölyeler, fabrikalar.

Elbette son iki yılda yaşanan halk hareketlerinde batılı emperyalist güçlerin başlattığı ve işbirlikçi bazı bölge ülkelerinin de ödev çıkardığı BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi) etkisini de unutmamak gerekir. Ancak unutulmaması gereken bir diğer konu da şu ki, adı Arap Baharı, Yasemin Devrimi ya da Portakal Devrimi ne olursa olsun bu tip devşirme isimlerle anılacak hareketlerin içsel dayanakları bulunmaktadır.

Ortadoğu meselesindeki bir diğer yanılgı da her ülkeyi eşit konumda ve eşit iç dinamiklere sahip olarak yorumlamaktır.

Adına “Arap baharı” denilen halk hareketleri bilindiği gibi Tunus’ta 2010 Aralık ayında seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi’nin baskıya karşı bedenini ateşe vermesiyle başladı. Hareket hızla çevre ülkelere yayıldı.  Hareketin hızla yaygınlaşmasının sebebi Ortadoğu ve Arap ülkelerinde yaşanan eşitsizlikler, hak ihlalleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı açlık ve sefalettir. Bu ortak problem alanlarının ötesinde her ülkede hareketin yönünü belirleyen kendi içsel dinamikleri olmuştur. Bu noktada tek bir Arap hareketinden veya bir devrimden bahsetmek mümkün değildir.

Örneğin, basit bir hafıza yoklaması ile 1990’larla birlikte tekelci kapitalist firmaların Mısır’ı kendilerine “üretim üssü” olarak seçtiklerini hatırlarız. Bu üretim üssü olma hevesinin bedelini ise gün geçtikçe yoksulluğa ve sefalete itilen Mısır halkı ödemiştir. Bu nedenle 1996 sonrası Mısır’da sendikaların ve sınıf hareketinin güçlenmeye başladığını da söyleyebiliriz. Yani Mısır’ın “arap baharı” hiçte burjuva medyasında anlatıldığı gibi “orta sınıf burjuva hareketi” değildir. Mısır’daki halk ayaklanmasının temel itici gücünü sendikalar, işsiz gençler, yoksul halk kesimleri oluşturmuştur. Bu noktada siyasal figür olarak da Müslüman Kardeşler örgütünün gücüne vurgu yapmak gerekir. Mısır uzun yıllar boyunca ve halen “polis devleti” olarak yönetilmiştir. Yoksulluk nedeniyle neredeyse her üç kişiden biri Mübarek’in polis ordusuna katılmıştır. İktidar karşıtı her hareket engellenmiş, siyasi partilerin kurulması bile belli kriterlerle neredeyse imkânsız hale getirilmiştir. Müslüman Kardeşler örgütünün Mısır’daki harekette görünür olmama gayretinde olmasının temel sebebi de iktidarın doğrudan hedefine oturmanın kendileri açısından olası yıkıcı etkileridir. Nitekim, binlerce insanın öldüğü hareket sonrasında şimdi Mısır’lılar Mübarek yerine yeni Mübarek’lerle yönetiliyor ve kendilerine şu soruyu soruyorlar: “Devrimi biz bunun için mi yaptık?”. Yaşanan bir esintiydi evet önemli bir hareketti fakat devrim değildi!

Halk hareketlerinin başlangıç ateşini yakan ülke Tunus ise biraz daha farklı bir konumdadır. Tunus İşçileri Komünist Parti’si uzun süredir Tunus’ta önemli bir örgütlenme içerisinde. Bu nedenle Tunus’taki hareket daha sistemli ve göreli olarak daha başarılı oldu. Ancak, orada da mesele “seçim yapma” meselesine indirgendiği için, diktatör yerine onun benzeri olabilecek “çoğunluğun tahakkümü” yönetimine geçildi.

Netice itibariyle her ülke kendi öznel koşullarına göre ve örgütlülük durumuna göre bu süreçten farklı sonuçlar elde etti. Elbette hareket devam ediyor ve edecek. Çünkü, eşitsizliğin temel “kural” olduğu bu coğrafyada mevcut yapının sürdürülmesi mümkün değil.

 

Türkiye’de özellikle son dönemde iktidar partisi önce komşularıyla dostluk ve ticaret anlaşmaları imzaladı, vizeleri kaldırdı. Başbakan’ın deyimiyle “komşularla sıfır problem” ortamı yarattı. Özellikle Libya olayından sonra neden Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri bu kadar bozuldu?

Türkiye cumhuriyet rejimine geçtiğinden beri Arap dünyasıyla problemli bir ülke olagelmiştir. Problemlerin temelini; sınır meseleleri, su ve petrol oluşturmuştur. Sevr ve Lozan’ın ortaya koyduğu ikili yapı Türkiye ile komşuları arasında gerilimin önemli nedenlerindendir. Bölgedeki petrol kaynakları da Türkiye’yi bu ülkelerle hem çatışmalı hem yakın bir diyaloga zorlamıştır.

AKP Genel Başkanı’nın BOP eşbaşkanlığına soyunması ile birlikte Türkiye kendisine “ağabeylik” rolü biçmiştir. Bu “ağabeyliğin” gereği olarak da bölge ülkeleriyle ticareti geliştirici anlaşmalar imzalanmıştır. Ancak, Arap dünyasında başlayan halk hareketleri Türkiye’nin despotik rejimlerle imzaladığı ticari anlaşmaları da fiilen uygulanamaz hale düşürmüştür. Bu sefer de “ağabeyliğin” baskıcı ve talana dayalı yüzü ortaya çıkartılmış, çatışmalarla gündelik hayatı altüst olan ülkelere “yeni” günleri için yardım (yatırım) yapılmış temel yönelişine bakılmadan silahlı gruplar desteklenmiştir. Öyleyse, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; iki-üç yıl öncenin “komşularla sıfır problemli” olma hali ile bugünün “herkesin düşmanı” olma hali arasında temel yöneliş açısından bir farklılık yoktur. İkisinde de temel itki sermaye birikiminin ülke dışı kaynaklarla beslenmesi amacıdır. Bu amaç Türkiye’nin salt tek başına düşünüp oluşturduğu bir amaç değil; aynı zamanda, ABD ve müttefiklerinin BOP’u oluşturma amaçlarıdır. Büyük Ortadoğu Projesi demek, söz konusu coğrafyanın emperyalist ülkelerin birikim alanına katılması demek. Kendi yarattıkları krizi ancak farklı birikim alanlarından beslenerek aşabilirler. ABD’de kurtarılan tekelci firmaların yarattığı zararın tek tazmin yolu bu zararın yoksul ülkelere ve onların halklarına fatura edilmesidir.  Elbette Türkiye’nin seçtiği yol insani ve iyi olan bir yol değildir.

Önümüzde bir Suriye meselesi var. Suriye’ye karşı Türkiye’nin izlediği politika için ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Suriye konusunda Türkiye’nin izlediği yol “politika” değildir. Uluslararası siyasetin gerektirdiği hemen hiçbir adım atılmamaktadır. Bunun yerine hasmane ve çıkarlar üzerinden tanımlanan bir ilişki içerisine girilmektedir. Evet, Suriye’deki 40 yıllı Baas siyaseti baskıcıdır, yoksullaştırıcıdır. Evet, Suriye’deki rejim her ne kadar ABD ve emperyalizm düşmanı gibi gözükse de gerçekte tam tersidir. Ancak, Türkiye’deki durum Suriye’dekinden farklı değil. Dolayısıyla Türkiye’nin “akıl hocalığı” yapacak durumu yok. Ancak, BOP ile kendi üzerine giydiği “ağabeylik” ceketinin üzerinden sarktığını görmemektedir. Bu da iktidar sarhoşluğu olsa gerek!

“Suriye bizim iç meselemizdir” diyen başbakan bu sözü neden söylemiş olabilir?

Bu sözün iki anlamı olabilir. İlki BOP ile ilgilidir. Muhtemelen kendisine eşbaşkanlık verilirken “sen oralardan sorumlusun” denilmiş olabilir. Kendisi bu meseleyi gereğinden fazla önemsediği için böyle düşünüyor olabilir.

İkincisi ise Suriye’deki Kürt hareketi olabilir. Suriye’de oluşabilecek federe veya bağımsız bir Kürt bölgesi Türkiye’nin mevcut Kürt politikasıyla uyumlu değildir.

4 parçada (Suriye, Irak, İran ve Türkiye) yaşayan Kürtlerin mevcut siyasal durumunu düşünürsek Kürtlerin nasıl davranması gerekir?

Bu sorunun cevabını Kürt hareketi verebilir. Genel anlamda her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır. Bu hakka saygı duymanın her şeyden önce insani bir görev olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’deki medya organları Suriye ve diğer Ortadoğu meselelerinde gösterdikleri yayın dilini nasıl buluyorsunuz?

“Medyatik” buluyorum. Yani, meselenin özüne hiç girmeden, sadece ajans haberleri üzerinden popülerlik arayışı var. Aktarılan haberler de çarpık, yanlış ve taraflı. Yazılı ve görsel basının ağırlıklı olarak iktidar politikasına ters düşmeyecek çizgide olduklarını söyleyebiliriz. Ancak bu konuda gazetecilik yapan neredeyse yok. Bu noktada Mete Çubukçu ve birkaç ismi ayırmak gerekiyor. Gerçekten süreci analize yöneldiler. Ama seslerini duyan oldu mu bilmem.

Türkiye’deki solcu kesim bu hadise ile ilgili gösterdikleri tavrı nasıl buluyorsunuz?

“Solcu kesim” ne demek bilmiyorum açıkçası. Sol diye tanımlayabileceğimiz tek bir kesim yok. Örneğin, ulusalcılar var onlar MHP ile neredeyse aynı çizgideler. Piyasa Sosyalistleri ve Sosyal Demokratlar var. Onlar da, her zaman düzen savunucusu ve sermaye yanlısı olmuşlardır. Sosyalist sola geldiğimizde de onlarca farklı yapı ve fraksiyon var. Her birinin farklı yaklaşımı var. Ama soruyu en genel haliyle “sosyalistler ne düşünüyor” diye düşünürsek: Sosyalistlerin ezilen halkların çıkarlarından gayrı çıkarları olmadığını söyleyebiliriz. Örneğin Suriye meselesinde hiçbir sosyalist grup “hadi, Suriye’ye saldıralım” dememiştir. Ama Baas rejimini de övmemiştir. Suriye’de çözümün Esad ile olmayacağı açıktır. Bu açık bir durum olsa da nasıl bir çözüm olacağına Suriye halkı kendisi karar vermelidir. Emperyalist kuşatmayla ve istihbarat/silah desteğiyle Suriye’de sorun çözülmez aksine her geçen gün büyür. Görüntüyle gerçek çoğu zaman farklıdır. Suriye’de bir yanda Esad ve ordusu karşı tarafta da tek ve birleşik bir muhalefet yok. Farklı muhalefet grupları farklı bölgelerde farklı amaçlarla mücadele içerisindeler. Dolayısıyla hiçbirisine taraf veya karşı olmak mümkün değil ve bu kimsenin görevi de değil. İstenebilecek tek şey Suriye halkının kendi özgür yolunu çizebilmesidir.

Peki islamcılar neden devlet gibi düşünüyorlar?

“İslamcılar” kavramını da doğru bulmuyorum. Onların içerisinde de belli bölünmeler ve farklılaşmalar var. Tarikatlar üzerinden tanımlı bir İslamcılık ise sorunuz, yanıt kolay: tarikat güçtür, güç şu an devlettedir. Devlete yakın olmak demek her anlamda güçlü olmanın anahtarıdır. Genel destek bundan. Ancak, bu kesimde de tabandan başlayan ciddi rahatsızlıkların olduğu aşikâr. Bu rahatsızlık sadece Erdoğan sonrasının tahayyülü içerisinde bir tarikatlar savaşı olmaktan ziyade, doğrudan “müridin mürşide dönüşme çabası” gibi.