Dr. Mustafa Peköz / Sendika.Org

Bugün ‘barış’ süreci olarak tanımlanan evrenin politik hiçbir etkisinin ve rolünün olmadığını görmek gerek. Tersine ‘barış dönemi’ olarak yaratılan sürecin politik ve askeri sonuçlarını Rojava’da görüyoruz

Rojava/Batı Kürdistan bölgesinde kitlesel katliamlar yaşanıyor. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve El Kaide’ye bağlı El Nusra Cephesi güçlerinin Batı Kürdistan şehirlerinde ve köylerinde, halka yönelik gerçekleştirmeye başladığı ve acımazca uyguladığı katliamlarda yüzlerce insan öldürüldü ve bu katliam serisi halen devam ediyor. Gerekli tutumlar alınmaz, kitlesel politik eylemler ve askeri karşılığı verilmezse katliamlar devam edecek.

Suriye’de politik denklem bütünlüklü olarak değişmeye başladı. Esad rejimine bağlı askeri güçler, ÖSO ve El Nusra’nın denetiminde olan stratejik bölgelerin çok önemli bir kısmını tekrar ele geçirdi. Bu iki gücün almış olduğu askeri yenilgi, politik yönelimlerini de etkileyecektir. Bu durum, özellikle Cenevre’de yapılacak olan görüşmelerde, uluslararası desteği olumsuz yönde etkileyebilir. Suriye nüfusunun çok önemli bir kısmı Sünni kökenli olmasına rağmen, İslamcı gruplara ve ÖSO’ya ciddi bir destek verilmiyor. Politik ve askeri varlıklarını da, daha çok uluslararası ve bölgesel güçlere dayanarak sürdürüyorlar. Askeri olarak ciddi kayıp vermeleri ve ellerinde tuttukları stratejik bölgeleri kaybetmeye başlamaları onların geleceğe yönelik askeri ve politik stratejilerini de önemli oranda belirginsizleştirmektedir.

Suriye’nin mevcut karmaşık politik denkleminin stratejik gücü haline gelen Kürt Yüksek Konseyi’nin, Rusya’nın önerisiyle Cenevre görüşmelerine bir taraf olarak katılma çağrısı Kürtler olmaksızın bir çözümün olmayacağının bir başka yansımasıdır. Rusya’nın bu yönelimi, aynı zamanda, Esad rejiminin Kürtlerin politik realitesini kabul etmek zorunda kalacağına dair bir veri olarak görülüyor. Bu bakımdan Suriye’nin geleceğine yönelik stratejileri belirlemede iki temel güç Esad rejimi ve Kürt Yüksek Konseyi çok daha fazla belirleyici olacaktır.

Batı Kürdistan bölgesi fiilen özerk bir yapıya kavuşmuş bulunuyor. Savaşın en zorlu koşullarına rağmen kendi iç dinamiklerini koruyan, kendi sistemlerini örgütlemeye çalışan Rojava’ya yönelik saldırıların çok yoğunluklu olarak artması tesadüfî olmayıp, çok yönlü saldırı politikalarının bir parçasıdır.

Bu saldırılar hem bölge devletlerinin çıkarlarıyla hem de Suriye iç politikasındaki gelişmelerle doğrudan ilişkilidir.

Birincisi, uluslararası ilişkiler bakımından Suriye politikasını belirleyen iki temel gücün Rusya ve ABD olduğu biliniyor. İngiltere, Fransa gibi aktif olmak isteyen ülkelerin politikaları esasen ABD-Rusya ilişkileri ekseninde şekilleniyor. Yani ikincil derecede bir role sahiptirler. Rusya, Esad rejiminin ayakta kalmasını ve askeri olarak inisiyatifi ele almasına sağlayan en önemli güçtür. Ancak Rusya, Suriye’de Kürt tarafı sürece dâhil edilmeden askeri ve politik istikrarın sağlanamayacağını ve belirlenen stratejinin başarılı olmayacağını gördü.

İkincisi, ABD’nin Suriye politikası çok daha fazla belirsizlikler içeriyor. Bunun birçok faktörü sıralanabilir. Bölgesel bakımdan ele alındığından İsrail’in stratejik çıkarları çok daha fazla ön plana çıkmış görünüyor. Suriye muhalefetinin gerçek anlamda politik bir güç haline gelememesi, ÖSO’nun askeri dengeleri değiştirecek bir başarı elde edememesi ve bütün bunlardan öte, El Nusra gibi güçlerin çok önemli bir potansiyel oluşturmaları, ABD’nin Suriye politikasında önemli bir edilgenlik, dahası bir kararsızlık yarattı. Rojava Kürdistan bölgesindeki gelişmeleri de çok yakından izleyen ABD, Kürtler olmaksızın Suriye’de bölgesel istikrarın sağlanamayacağının da farkında. Bu bakımdan Rusya’nın Kürt tarafını Cenevre’ye davet etmesini destekler gibi bir politika izliyor. Suriye muhalefetinin Kürtlere yönelik olumsuz politikaları nedeniyle, bu görüşünü henüz çok açık olarak deklare etmiş değil.

Üçüncüsü, Kürtlere yönelik çok kapsamlı saldırıların arka planında Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler bulunuyor. Özellikle Türkiye askeri ve politik alanda büyük bir destek sunuyor. Türkiye’nin askeri cephanesi Suriye’de Kürtlere yönelik savaşta tüketiliyor. Radikal İslamcı grupların bu düzeyde saldırganlaşması tamamen Türkiye’nin Kürtleri tasfiye etmek veya en azından politik denklemin dışında tutmak istemesinden kaynaklanıyor.

El Kaide’ye yakın İslamcı grupların yaklaşık olarak bir ay önce Serekaniye’ye yönelik başlattığı saldırılardan sonra Davutoğlu’nun ‘El Nusra bizim dostumuzdur’ açıklaması, saldırının arkasında Türkiye’nin olduğunu ortaya koyan küçük bir veridir. Daha başından beri, sınır bölgelerini El Kaideci örgütlere sonuna kadar açan Türkiye, söz konusu katliamlarda örgütleyici bir güç olarak rol alıyor.

Birkaç gün önce Gaziantep’te ÖSO’nun gerçekleştirmiş olduğu toplantıya yaklaşık olarak 70 askeri komutan katıldı. Türkiye’nin yönlendirmesiyle yapılan bu toplantıda çıkan en önemli karar Rojava Kürdistan/Batı Kürdistan’daki istikrarın kırılması, bölgenin bir savaş alanına dönüştürülmesi ve böylelikle Kürtleri bölgenin stratejik bir gücü olmaktan çıkartılmasıdır. Bugün Kürt köylerine kadar yayılan katliamların arka planında bulunan tek ülke Türkiye’dir. AKP devletinin, Kürt politikası çok daha karmaşık olup merkezinde tasfiye bulunuyor.

Türkiye’nin en büyük korkusu, kendisine komşu olabilecek ikinci bir Kürdistan’ın kurulmasıdır. Sınır boyu 800 km’ye varan ‘yeni’ bir Kürdistan’ın varlığı Türk devletinin ünlü ‘kırmızı çizgilerin’ bütünlüklü olarak tasfiye olması anlamına gelir. Bu bakımdan, Türk devleti, Kürtlerin özgürleşmesini sağlayacak her politik ve toplumsal hamleye karşı bütün askeri ve politik gücünü kullanmaktadır. Bölgesel denklemin karmaşıklığı nedeniyle bu sürece doğrudan müdahale edemiyor ve bunun yaratacağı politik riskleri göze alacak durumda değil, bu nedenle daha çok bölgede konumlandırılmış İslamcı örgütleri kullanmakta ve yönlendirmektedir.

Bugün ‘barış’ süreci olarak tanımlanan evrenin politik hiçbir etkisinin ve rolünün olmadığını görmek gerek. Tersine ‘barış dönemi’ olarak yaratılan sürecin politik ve askeri sonuçlarını Rojava’da görüyoruz. Bu realiteyi analiz etmeden, AKP’nin izlediği politikaları anlamak son derece zordur.

AKP yeni manevralara yöneliyor. PYD Eş Başkanı Salih Müslim’i davet ederek yaptığı görüşmeler, devletin Rojava Kürtlerine yönelik politikasının değiştiği anlamına gelmiyor. Hiç şüphesiz ki, Müslim’in davet edilip görüşülmesi, bir bakıma muhataplarını birinci elden tehdit etmek ve politik olarak yönlendirme amacı taşısa da, aynı zamanda Rojava Kürtlerini ve onun politik liderliğini fiilen kabul etmesidir. Arka planda neler konuşuldu bilemiyoruz ama politik yansımayı dikkate aldığımızda Türk devletinin esasen tıkanma noktasında olduğu, Kürtlere yönelik katliamlar sonuç vermezse, bu kez tersten bir diyalog yoluyla kontrol altına alma taktiğini uygulamak istediği anlaşılıyor. Bu tür basit politik yöntemlerin tutmayacağı artık biliniyor. Bu bakımdan politik ve askeri saldırıların arkasındaki gücün Türkiye olduğunu göstermek, dikkatleri bu noktaya çekmek önemlidir.

Dördüncüsü ÖSO ve özellikle El Nusra Cephesi, Suriye’nin Akdeniz, Ürdün ve Lübnan yakınlarında elde tuttuğu stratejik bölgeleri önemli oranda kaybetti. Bu bakımdan yeni askeri bölgeler oluşturmaya yöneliyor. Stratejik ve lojistik olanaklar bakımından en uygun tercih olarak ise Suriye sınırları içinde, Musul’a yakın bölgelerde askeri bir bölge oluşturmak istedikleri anlaşılıyor. Rojava Kürdistan’ın önemli bir kısmını da oluşturmak istedikleri yeni bölgenin içine alarak çok daha güçlü bir konumda olacaklarını planlıyorlar. Rojava Kürdistan’ın kontrol altına alınması, ‘Irak-Şam İslam Devleti’ projesinin uygulaması bakımından oldukça önemseniyor.  Böylelikle Suriye’nin başka bölgelerinde çöken stratejilerini, Rojava’yı denetim altına alarak sürdürmeye çalışıyorlar. Böylesi bir başarı, hem Suriye’de politik istikrarsızlığın uzun bir süre devamını sağlayacak, hem de Rojava Kürt Ulusal Konseyi’nin Suriye iç denklemindeki etkisi kırılmış olacak. Her iki olası durum tamamen Türkiye’nin politikasına uyumludur. Bu bakımdan söz konusu politikanın oluşturulması ve uygulanmasında Türk devletinin çok önemli bir rolü bulunuyor.

Rojava’nın coğrafik yapısı, bugünkü jeopolitik konumunu çok önemli oranda arttırmış bulunuyor. Sadece Suriye’nin iç politik yapısı ve bölge ülkeleri bakımından değil aynı zamanda Kürtler bakımından da son derece hayati bir öneme sahiptir. Batı Kürdistan’ın özerkliğinin ilanı bölgesel alandaki bütün dengeleri değiştirecektir. Özellikle Kürtlerin stratejik konumu ve rolü tahmin edilenden çok daha fazla artacaktır. İki ‘özerk’ Kürdistan arasında kurulacak olan ilişki, stratejik oluşumların merkezinde önemli bir rol oynayacaktır. Bu bakımdan Rojava Kürdistan’a yönelik her saldırı, bütün Kürtlere yönelik bir saldırıdır. Hiçbir politik ayrım yapılmadan bütün Kürtlerin bu katliama sessiz kalmaması ve tepki göstermesi gerekir.

Bölgeye müdahale eden uluslararası güçler, Rojava katliamını görmezlikten geliyorlar, bölgesel güçler bütün gücüyle destekliyorlar. Türkiye, katliamı yapanları dost görüyor. Bu bakımdan Rojava katliamına karşı tutum alması gereken güçler, ezilen halklardır. Onların bu konuda duyarlı olması gerekli tepkiyi göstermesi gerekiyor.

Kürtlerin hangi politik eğilimi olursa olsun, bu katliama karşı birlikte hareket etmesi önemlidir. Ayrıca Güney Kürdistan Yönetimine çok önemli sorumluluklar düşüyor. Rojava Kürtlerini çok aktif olarak desteklemelidir. Politikasını belirlerken yönünü Türkiye’ye değil, Rojava Kürtlerine çevirmelidir.

Ağustos ayı içinde ‘Kürt Ulusal Kongresi’ toplanacak. Bu Kongre Kürtlerin yıllardır özlediği bir oluşumdur. Bu oluşumun ilk sınavı Rojava’ya yönelik belirlenecek politikada ortaya çıkacaktır. Rojava’nın başarısı, Kürtlerin stratejik başarısının ana halkasıdır. Bunu unutmadan, zaman geçirmeden stratejik politikalar ve politik yönelimler belirlenmelidir.

Rojava’ya sahip çıkmak insanlığa sahip çıkmaktır. İnsanlığımıza sahip çıkmak Rojava’ya sahip çıkmaktır.

İnsan olarak kalacak mıyız!