DEMOKRAT HABER / MURAT ÖZÇELİK / LONDRA

Türk sorununun vicdanla imtihanı

Centre for Turkey Studies and Development (Türkiye Araştırmaları ve Kalkınma Merkezi) çiçeği burnunda bir kuruluş. İbrahim Doğuş adında genç, zeki ve becerikli bir Kürt genci tarafından yönetiliyor ve hem İngiltere hem de Türkiye’den etkili isimlerin katılımıyla düzenlediği etkinlikleriyle şimdiden siyaset sahnesinde önemli bir yer edindi kendisine.

26 Ekim Çarşamba akşamı, köşesindeki Big Ben saat kulesiyle meşhur Britanya Parlamentosu’nda düzenledikleri halka açık toplantıya giderken, bir yandan Van depremiyle beraber son birkaç gündür vicdanlarımızı katlanılamaz acılara boğan haberleri bir yandan da kalbi doğru tarafta olan herkesi buruk bir sevinç ve tarifsiz bir umutla kuşatan dayanışmayı düşünüyordum.

Uzunca bir güvenlik kuyruğunun ardından girdiğim heybetli Westminster Hall’den yürürken, 1097 yılından bu yana Britanya’da asla olmaz denilen nice değişimin sonuçlarını tarihe not düşen sayısız mahkeme, toplantı ve müzakerenin yapıldığı bu salonun yanıbaşında şimdi de Türkiye ve Kürt sorununun tartışılıyor olmasının önemini düşündüm; bu tartışmalar esas Türkiye’de daha fazla yapılamadıkça Londra’da söylenen sözlerin havada uçup gidecek olmasını da tabii.

Toplantıda Cengiz Çandar, yılların birikimiyle yakın dönemde yaptığı araştırmayı harmanladığı TESEV raporu üzerine konuştu. Şu anda çabaların şiddetin durmasına yoğunlaştığına vurgu yapan Çandar, şiddetin durmasının Kürt sorununun çözümünde bir aşama olacağını belirtti. Çandar’ın konuşmasında ve raporunda altı çizilen, PKK’nin sorunun nedeni değil sonucu olduğu ve Kürtlerin eşitlik ve tanınma taleplerinin yerine getirilmesiyle PKK’nin varolma alanının da yok olacağı gibi noktalar önemli. Henüz üzerinden birkaç gün geçmiş olan Van depremine de değinen Çandar, deprem sonrasında yaşanan dayanışmanın kendisini umutlandırdığını söyledi. Fakat bunları dinlerken aklım, zaten olması gereken bu dayanışmanın yanısıra, milliyetçi refleksleri vicdanlarının önünde olanların barışa ne kadar zarar verdiklerinde kaldı.  

Çandar’ın yanısıra konuşmacılar arasında İşçi Partili milletvekili Eric Joyce da vardı. Joyce’un ilginç özgeçmişi, bu toplantıda konuşmacı olmasına sembolik bir değer kattı: milletvekili olmadan önce Kuzey İrlanda’da subay olarak görev yapan Joyce, askeri çözüm önerilerine ve askerlere yönelik eleştirileriyle ve istifa ederken Britanya Ordusu’nun “ırkçı, cinsiyetçi ve ayrımcı” olduğunu söylemesiyle biliniyor. Aslında, Türkiye’de son dönemde Kürt sorunu tartışmalarında sık sık Kuzey İrlanda’ya gönderme yapılırken, orada subay olarak görev yapmış bir politikacının askeri çözüm diye bir şey olmadığını söylemesi önemli. Bir sorunu kendi dinamikleri dışında tartışmak ve dünyanın başka bir köşesiyle çözüm benzerlikleri bulmaya çalışmak beyhude bir çaba olsa da, ortada kaçınılmaz benzerlikler var çünkü hem Kuzey İrlanda’da hem de Türkiye’de ezen bir devlet ve ezilen bir halk var. Ama bunun çözüme bir katkısı olabilmesi için farklılıkların da göz önünde tutulmasında fayda var.

Türkiye Çalışmaları ve Kalkınma Merkezi’nin etkinliğindeki konuşmaları dinleyenlerin çoğu gibi ben de bir yandan Van ve sonrasını düşünürken, diğer yandan devlet ile PKK arasındaki barışın deprem sonrasında gözlemlediğimiz milliyetçi reflekslerin yaraladığı vicdanlarımızı da tamir edip edemeyeceğini düşündüm durdum. Tabii önümüzde bir örnek olarak İrlandayı da...

Van’da yaşanan depremin ardından gerek yaygın sosyal medyada gerekse yazılı ve görsel basında dillendirilen ırkçı ve ayrımcı söylemlerin ardından, Kuzey İrlanda tarihine bakmakta fayda var. Zira, Kuzey İrlanda’da halklar arasındaki nefret hislerinin yeniden üretilmesi sürecinin en önemli kilometre taşlarından biri de Patates Kıtlığı (Potato Famine) felaketi olmuştu. Aslında 19. Yüzyılın ortalarında başlayan felaket, patateslere bulaşan bir hastalıktan ziyade, İrlanda’ya işgalden sonra yerleştirilen İngiliz ve İskoç Protestanların toprağı küçük parçalara bölüp Katolik çiftçilere kiralaması ve kıtlık döneminde bile İrlanda ürünlerinin önemli bir kısmının İngiltere’ye ithal edilmesi bir milyondan fazla insanın ölmesi ve bir o kadarının da ülkeden göç etmesi ile sonuçlanmıştı. Katolik İrlandalılar, bu süreçte ithalatı durdurmayan ve İrlanda’ya yardım etmek konusunda hayli isteksiz davranan İngiltere’yi hiç affetmediler. Sonunda sözü Van’a bağlayacağımız için ilginç bir ayrıntıdan söz etmeden geçmemek lazım: İrlanda’da yaşanan felakete tanıdık bir isim, Osmanlı sultanı Abdülmecit de 10.000 Sterlin yardımda bulunmak istediğini açıklayınca, kendisi 2.000 Sterlin yardımda bulunan dönemin İngiltere Kraliçesi Victoria Sultan’ın yardımını reddedip 1.000 Sterlin ile sınırlandırmasını rica etmiş. Bunun üzerine diplomatik bir kriz yaşamak istemeyen Sultan 1.000 Sterlin yardımda bulunmuş ama el altından gizlice 3 gemi dolusu yiyecek de göndermiş. Her ne kadar İngiliz mahkemeleri gemileri durdurmaya çalışsa da Osmanlılar yiyeceği İrlanda’ya ulaştırıp bir limanda boşaltmayı başarabilmişler. Bu ve buna benzer onlarca örnek, İrlandalı Katolikler’in bu dönemi, İngiliz hükümetinin bu felakete duyarsız kalması ve insanların ölümüne gözünü kapaması nedeniyle soykırım olarak nitelemesine yol açtı. Hatta dönemin bilinen yazarlarından John Mitchel, bu duyarsızlığın boyutlarına şu ünlü cümleyle dikkat çekti: “Patates hastalığını Tanrı gönderdi, fakat kıtlığı yaratan İngilizlerdir”.

Halkların belleği tarihte yaşanan felaketleri asla unutmazlar zaten: Katolik İrlandalılar da kıtlığı ve kıtlık döneminde İngiliz ve İskoç protestanların İngiltere yönetimi ile bir olup kıtlığı durdurmamak için ellerinden geleni yapmasını hiç unutmadılar.

Doğrusu, barış görüşmelerinin Kuzey İrlanda’da Protestanlar’la Katolikler’in siyaseten beraber varolmasına yol açan ‘Kutsal Cuma Anlaşması’ (Good Friday Agreement) Kuzey İrlanda sorununu çözdü mü, diye sormak lazım; halklar arasında kısmen planlı olarak kısmen de yaşanmışlıkların doğal sonucu olarak yerleşen nefret duyguları ortadan kalktı ve Katolik ve Protestanlar artık barış içinde beraber yaşıyor diyebilir miyiz?

Bir parantez açıp, burada sözü edilen Katolik ve Protestan olma durumunun dini bir ayrımdan çok etnik bir ayrımı belirttiğini söylemekte yarar var: 16. ve 17. Yüzyılda İngiltere’nin İrlanda’da toprağa el koyarak, bölgeye gönderilen İngiliz ve İskoç protestanlara dağıtması ile başlayan husumetin tarafları İrlandalılar ve İngiltere tarafından gönderilenlerdir; bu iki tarafın ayrı dini mezheplere inanıyor olmasının çok da bir önemi yok.

Parantezi kapattıktan sonra “barış”ın sokaklarda ne anlama geldiğine bakalım. Malum, Katolikler Kuzey İrlanda’nın İrlanda Cumhuriyeti ile birleşmesini istiyor, Protestanlar ise Britanya Krallığı’na bağlılığın sürmesinden yana. Belfast ya da Londonderry gibi kentlere gidildiğinde manzarada eskiye oranla hissedilir değişiklik artık silahın daha az kullanılıyor olması. Yoksa gündelik hayatta iki halkın beraber yaşadığından söz etmek mümkün değil. Hatta kimi yerlerde yüksek duvarlar ve tel örgülerden ibaret fiziki sınırlar bile var Katolikler’in yaşadığı bölgeler ile Protestanlar’ın yaşadığı bölgeler arasında. Yani belki silahlar ve şiddet durdu (aslında azaldı demek daha doğru) ama Kuzey İrlanda sorununun bittiğini söylemek safça olur.

Benzer biçimde Van depremiyle beraber artık Kürt sorunu da hiçbir zaman eski çerçevelerle konuşulamayacak, konuşulmamalı. Son on yıldır zaman zaman hızlanarak süren değişim süreci, artık çözümün köşe taşlarını belirginleştirdi. Ancak iktidarlar tarafından sistematik biçimde yaratılan ‘milli hassasiyetler’, Kürt dendiğinde canavara dönüşen bir insan tipi de yarattı. Sosyal medyada ve basında ‘hah işte şimdi bize muhtaç oldunuz, anladınız mı bizim değerimizi’ gibi sığ, ‘biraz da onlar ölsünler’ gibi faşist, ve ölümlerin hiyerarşik sıralamasını yaparcasına ‘üzüldüm ama şehitlerimize daha çok üzüldüm’ gibi vicdansız yorumların tarihin bir köşesine not olarak düşüldüğünü görmek lazım. Elbette kardeş kokusu gönderebilmek için günlerdir kendini paralayanların çabalarını da...

Bir gün elbet silahlar duracak ve KürtlerinTürklerle eşit ve özgür yaşamalarının önündeki engeller bir bir yok olacak; ama Türk sorunu halledilmedikçe, ülkemizde vicdan ve insaniyet, milliyetçilik karşısında galip gelmedikçe silahların durması ve Kürtlerin devletle barışması sokaklara huzur ve birliktelik getirebilir mi dersiniz?