Bugün, Ernesto Che Guevera'nın, 9 Ekim 1967'de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera'da Bolivya Ordusu tarafından öldürülmesinin yıldönümünü...

Commandante Che'yi, Burak Eldem'in yazısıyla anıyoruz...


Hasta Siempre Comandante!

Şarkı aslında neresinden baksanız, aşağı yukarı kırk küsur yıllık. Ama ilk bestelendiği günden bu yana dünyanın birçok ülkesinde o kadar fazla sanatçı tarafından seslendirildi ve yorumlandı ki, canlılığını ve popülerliğini asla yitirmedi. Hele müziğinin ruhunda Küba’nın mistik coşkusu, sözlerinde de Comandante’nin sıradışı yaşamına gönderilen yalın ve içten selam olunca, Hasta Siempre’nin her dem taze kalmasına şaşmamak gerek. Intro’sundan, finaldeki “veda mesajı”na dek, her notası ve her sözcüğüyle, daha ilk dinleyişte insanın içine işleyen, ender şarkılardan biri.

Hasta Siempre, ilk kez 1965 yılında Kübalı müzisyen Carlos Puebla tarafından bestelenip dünyaya duyurulan bir “hüzün türküsü” aslında. Devrimin simge isimlerinden biri haline gelen Arjantinli doktor Ernesto Guevara ya da bilinen adıyla Che, Küba hükümetindeki görevinden ayrılıp yaşamının kalan kısmını “dünya devrimi”ne adadığını bir veda mektubuyla açıkladığında, o anki duygularıyla almış gitarını eline Puebla ve bugün milyonlarca insanın belleğine kazınan şarkıyı bir gecede tamamlamış.

Biz seni sevmeyi,
Tarihin derinliklerinden öğrendik,
Cesaretinin güneşiydi
Kuşatmaları yerle bir eden

Varlığının derin saydamlığı
Hâlâ belirgin burada,
Kumandan Che Guevara

Kimler seslendirmedi ki şarkıyı bunca yıl içinde: Oscar Chavez, Maria Faranturi, Los Machucambos, Soledad Bravo, Los Suaves ve Buena Vista Social Club başta olmak üzere yüze yakın sanatçı Puebla’nın bestesini klasik formu içinde yorumlarken, Al Di Meola ve Jan Garbarek gibi caz sanatçıları, bu sevilen ezgiyi bambaşka rüzgârlarla harmanladılar; Manu Chao ise kendi sıradışı tarzı içinde Comandante’yi selamladı. Ama hiç kuşkusuz bunların içinde en etkileyicilerden biri, son derece başarılı çekilmiş video klibiyle birkaç yıl önce tüm dünyaya Che esintileri taşıyan Fransız şarkıcı Nathalie Cardone’a aitti.

Sicilyalı bir babayla, İspanyol bir annenin kızı Cardone; ne kadar “Fransız” olduğu tartışılır. Ama tıpkı Che gibi o da, dünyanın uzak bir köşesinde yaşananlara “Fransız kalmamayı” başarmış ve ölümünün ardından neredeyse kırk yıl geçtikten sonra, Hasta Siempre’yi bir kez daha yeni kuşaklarla tanıştırma gibi bir misyon üstlenmiş.

İzleyenler, klibi her karesiyle saniye saniye anımsayacaklar: Bolivya dağlarında gerilla savaşı veren Che, pusuya düşürülüp yakalanmış ve göstermelik bir sorgulamadan sonra Bolivya Cumhurbaşkanı René Barientes tarafından verilen gizli bir emirle apar topar öldürülmüş; cesedi, dünya basınına teşhir edilmek üzere Vallegrande adlı küçük köye getirilip, hastane niyetine kullanılan derme çatma bir barakanın içinde, taş bir masanın üzerine yatırılmıştır.

Kasaba meydanında genç ve güzel bir kadın (Nathalie) belirir birden. Endişeli, üzgün ve öfkeli bakışlarla, Che’nin bulunduğu barakaya doğru yürümektedir. Yol boyunca çevrede bekleşen, şaşkın yüzlü Bolivyalı askerler görürüz. Bir köşedeyse, Cumhurbaşkanı tarafından verilen “infaz” görevini yerine getiren Çavuş Maria Teran, arkadaşlarıyla sohbet halindedir. Genç kadınla göz göze geldiğinde, yüzündeki o küstah gülümseme yok olur birden, gözlerini kaçırıp başını önüne eğer.

Kadın, barakadan içeri girip, Mecdelli Meryem’in İsa ile vedalaşmasını çağrıştıran bir kompozisyon içinde Che’nin yanına gelir; Comandante’ye uzun uzun bakar ve sessizce terkeder köyü. Üzerinde gerilla giysisiyle dağlara doğru yürümektedir artık ve kucağındaki çocuğu, Che’nin “reankarnesi”dir sanki. “Hiçbir şey burada bitmedi,” demektedir Cardone’un klibi: Her şey aslında yeni başlıyor. Che gibi adamların yaşamı, bitişlerin değil başlangıçların habercisidir.

Che, benim için de aşağı yukarı bu anlama geliyor. Belki de klibi bu kadar sevmemin nedeni, Cardone’un yorumundan çok, “storyboard”un bunca akıllıca ve güzel hazırlanmasıdır, bilemiyorum. Müzikal olarak en çok Los Suaves’in yorumunu beğenirim ama Nathalie, o muhteşem klibiyle “imge gücü” olarak hepsinin önüne geçmiş durumda.

Che dendiğinde, aklıma bundan otuz küsur yıl öncesinin sıcak bir temmuz gecesi geliyor ilkin. Tepebaşı’nda, dönemin en büyük demokratik kitle örgütlerinden birinin dayanışma gecesi düzenleniyor. Sahne alacak sanatçılar, hiç tek tek saymayayım şimdi, Türkiye’de popüler müziğin en önemli, en saygın temsilcileri. Şarkı araları, sık sık izleyicilerin bir ağızdan yinelediği sloganlarla bölünüyor. Gecenin ilk başlarında sahne alan, şimdi adını anımsayamadığım genç bir müzik grubu Hasta Siempre’yi söylerken, duvara yansıtılan projeksiyonda başında beresiyle, o bildik Che görüntüsü beliriyor birden ve daha şarkı bitmeden herkesin bir ağızdan haykırmaya başladığını fark ediyorum:

“Ho Ho Ho Chi Minh
İki, Üç, Daha Fazla Vietnam
Ernesto’ya Bin Selam...”

Henüz on altı ya da bilemediniz on yedi yaşındayım. O günlerde bana sorsanız her haltı pek iyi biliyorum gerçi ama, bu slogan kafamı karıştırıyor biraz. Ho Chi Minh’i duymuşluğum var; Vietnam savaşının lider komutanı. Che’nin de Küba devriminin simge liderlerinden biri olduğuna dair kulaktan dolma bilgim var ama hepsi o kadar işte. Fırsatını bulduğumda, yanımdaki arkadaşlarımdan birinin kulağına fısıldıyorum hemen:

“Ho Chi Minh’i anladık da, İki Üç Daha Fazla Vietnam ne demek? Che’nin Vietnam’la ne ilgisi var?”

Ayıplar gibi bakıyor yüzüme arkadaşım bir an, sonra cehaletimi kimse fark etmesin diye yine fısıldayarak yanıtlıyor:

“Dünya üzerinde iki, üç, daha fazla Vietnam’lar yaratmak... Yani devrim ve direniş ateşini tüm dünyaya taşımak... Che’nin uzun bir konuşmasının ve aynı adlı makalesinin adıdır. O yüzden.”

“Peki ama Che benim bildiğim kadarıyla Kübalı değil miydi? Vietnam’a da mı gitmiş?”

Bir “la havle” bakışı daha geliyor bu saftirik soruyu sorduğumda. Ardından, Che’nin Kübalı falan değil, Arjantinli olduğunu; Fidel’e ve onun adamlarına (Barbudos – Sakallılar) güvendiği ve onları desteklediği için, ülkesinden uzaklarda bu insanlarla omuz omuza savaştığını ve Küba devriminin efsanelerinden biri haline geldiğini özetliyor arkadaşım. Yanımızda oturan biraz daha yaşça büyük ve bilgili “abiler”den, ayaküstü küçük bir ders alıyorum hemen: “Devrimcinin ülkesi olmaz; onun vatanı, tüm dünyadır. Che de bunun en canlı ve en güçlü örneğini vermiştir.”

Benim Comandante’yle gerçek anlamda tanışmam, işte o sıcak temmuz gecesinin ardından, yani on yedi yaşımda başladı kısacası. O zamanlar deli gibi okuyoruz ya, ertesi gün soluğu bildiğim en büyük kitapçılardan birinde aldım:

“Che Guevara’yla ilgili kitap arıyorum... Ne olursa.”

Pek de umutlu değildim aslında Türkçe’ye çevrilmiş doyurucu bir kaynak bulacağımdan ama tezgâhtar sessizce rafların arasına doğru süzülüp, elinde üç kitapla geri döndü: Ricardo Rojo’nun kaleme aldığı “Arkadaşım Che Guevara”, Küba devriminin güncesi niteliği taşıyan, Che’nin yazdığı “Savaş Anıları” ve yine Comandante’nin yazılarından derlenen “İki... Üç... daha Fazla Vietnam” adlı ince bir kitapçık. İşe bak, tam da aradığım şey!

On yedi yaşında, kendini “devrimci” hissetmeye çalışan bir genç (hatta açıkçası “çocuk”) elbette ilk başta bildik “kahramanlık” motiflerinin etkisiyle yönelir Che’ye. Ama beni etkileyen dağlarda verilen gerilla savaşı, makineli tüfek gürültüleri, şehir baskınları ve devrim sürecinde yaşananlardan çok, Che’nin anlamakta o günlerde biraz zorlandığım “kişisel seçimi”ydi.

Sen çantanı topla, kendi ülkenden ayrıl, Güney Amerika’nın her yerini gez, sonra Miami’de Fidel Castro ve arkadaşlarıyla tanış, onların diktatör Fulgencio Batista’yı alt edeceklerine inan ve yanlarında olmaya karar ver. Üstelik, işsiz güçsüz bir maceraperest olsan, yine bir derece: Tıp fakültesini bitirmişsin, pratisyen doktorsun. Latin Amerika’da doktor olmak, “geleceğin kurtuldu, sefalete paydos” demek o yıllarda. Mezuniyetin ardından ihtisasını yapar ve çalışmaya başlarsın, kısa bir süre sonra Arjantin’in “saygın simaları”ndan biri haline geliverirsin. İyi para kazanırsın, politikacıların özel toplantılarına, yemeklere davet edilir ve elbette günün birinde kendini parlamentoda ya da bakanlıklardan birinde önemli bir görevde buluverirsin, eğer politikaya o denli meraklıysan.

Rojo’nun kitabını okudukça, Che’ye duyduğum hayranlık daha da artmaya başladı. Bütün  o olanak ve potansiyeli elinin tersiyle itip, ülkesinden kilometrelerce uzakta, başka bir halkın zorba bir diktatörden kurtulması için hayatını hiçe sayarak döğüşen bu genç adam, o bildiğimiz kaslı, iri yarı “big boy”lardan falan değildi. Hatta bırakın onu, hayatını zorlaştıran, zaman zaman ona büyük acılar veren kronik astımıyla birlikte yaşamaya alışmış, kendi halinde bir Güney Amerikalı’ydı işte.

İster istemez kendinize soruyorsunuz bu durumda: Ben olsam, bunları göze almaya cesaret edebilir miydim? Dünyanın en atletik vücuduna ve en maceraperest ruhuna sahip bir “gerilla savaşı dehası” bile olsanız, seçenek ağacının bir yanında, gidip paşa paşa doktorluk yapıp “Saygıdeğer Senyor Guevara” olarak Buenos Aires caddelerinde arzıendam etmek, diğer yanında da bir avuç (resmen bir avuç!) yoksul Kübalıyla birlikte “taka misali” bir gemiye binerek hiç tanımadığın bir ülkede devrim yapmaya soyunmak varsa, hangisini seçersiniz?

Zor sorular bunlar hocam; girmeyeceksin. Ben de girmemeye çalıştım zaten ve Che’yi daha iyi tanımak, onu anlamak için elimden geleni yaptım, bu arada Comandante’yle ilgili ne bulursam okudum.

Astım krizini, çeken bilir. Dağlarda ikide bir tıkanıp nefes nefese yerlerde debelenen bir “şehir çocuğu”, gerilla savaşının profesörü olsa ne yazar? Hayatı, aşkı, kadınları ve yaşamın her anından tat almayı seven genç bir adam, aylarca yalnızca bir grup gerillayla birlikte elinde silah, dağlarda kelle koltukta dolaşmayı nasıl hiç tereddüt etmeden kabul eder? Che’nin kişisel seçimi, gerçekten de bu çağın maddesel değerlere odaklı (Şeytan’la birlikte Prada giyen) insanları bir yana, kendini o çemberin dışında ve “farklı” gören biri olarak bana bile anlaşılması zor geliyordu. Ama belli bir ana kadar. Bir nokta geliyor ki, “İşte bu!” diyorsunuz kendi kendinize, “Her şeyi anlamlı kılan ve göze alınır hale getiren, bu!”

Hemen ardından, Hollywood tezgâhından çıkmış kahraman savaşçı hikâyelerinden çok daha farklı, çok daha insanca, çok daha kucaklayıcı bir bakışla yaklaşmaya başlıyorsunuz Che’ye. Asıl hayranlık, işin “kahraman devrimci” faslını geçip bir kenara bıraktıktan sonra başlıyor.

Nedir o peki? Yüreklilik mi? Bir çoğumuz ölüme ne kadar uzak ve soğuk görüyorsak kendimizi, Che de muhtemelen öyle görüyordu. Ölüme “Viva la muerte” diye övgüler düzen İspanyol faşistlerinden başka kim o “soğuk bitişe” sevgiyle bakabilir ki? Ama buna rağmen, yine ülkesinin çok uzağında, Bolivya halkının kurtuluşu için savaşırken ele geçip yakalandığında, Çavuş Teran’ın “infaz emrini” yerine getirmek üzere yanına geldiğini biliyor ve sakinliğini koruyordu. Teran’a “Vücudunun her yanına ateş et, bir çok kurşun yarası olsun üzerinde, dünyaya da ‘Çatışma sırasında öldü’ diyelim” emri gelmişti ve karşısında elleri bağlı, yaralı halde yatan efsane adamın üzerine kurşun yağdırmak, bu duygusuz adamı bile rahatsız ediyordu ister istemez.

“Haydi artık, korkak!” dedi Che, “Alt tarafı bir adamı öldüreceksin, bu kadar mı zor?”

Ardından, infaz başladı. İlkin bacaklarına, sonra omuzlarına, adrından da göğsüne ve boğazına toplam dokuz kurşun isabet etti, yattığı yerde. Son nefesini verdiğinde, gözleri açıktı ve gülümsemeyi andırır bir ifade vardı yüzünde. Tıpkı Cardone’un klibindeki gibi.

Cesaret gösterisi miydi acaba Che’ninki? Hiç sanmıyorum; kimi etkileyeceksiniz o gösteriyle ve neye yarayacak? Birkaç saniye içinde öleceğinizi biliyorsunuz. Yaşam boyunca yinelenip durmuş bir tercihle, kimbilir kaçıncı kez yeniden yüzleşmekten başka bir şey değildi bence yaptığı: Hayatı nasıl yaşamak gerektiğine bir kez karar vermişsen, bu kararının doğruluğu konusunda hiçbir kuşkun yoksa, bugün, yarın, bir yıl sonra ya da herhangi bir zamanda ölümle buluşmanın da fazla anlamı kalmıyordu. Dünyayı değiştirmeyi, “kendisi için” istiyordu Che, en başta; nasıl bir dünyanın yaşanılası olduğuna aklı yattığı andan itibaren, o dünyayı inşa etmenin yolculuğuna çıkmıştı. Herkes gibi o da ölecekti bir gün; ama şöyle, ama böyle; ama şu zamanda, ama bu zamanda. Geriye kalan, yaşadığın süre içinde ne yaptığın, nasıl yaşadığın ve nasıl anımsandığındı.

Böyle baktığınızda, Comandante için “öldü” diyebilir misiniz? “Yaptıkları hiçbir işe yaramadı ne yazık ki” diye hayıflanmayı anlamlı bulur musunuz?

Ya da son dönemde “tabu yıkma” ile “yavşaklığı” birbirine karıştıran birtakım “eski solcu” döküntüler gibi, Che’nin aslında hiç de önemli bir figür olmadığını bas bas bağırıp, ona kara çalarak ve çamur atarak kendi omurgasızlığınızı gözlerden saklamaya mı çalışırsınız?

Ne yaparsanız yapın. İster üzülün, ister “oh olmuş” deyin, ister hiç ilgilenmeyin. Eğer onun Bolivya dağlarında vurulduğu günlerde henüz doğmamış olan genç bir şarkıcı, 2000’lerin dünyasına Carlos Puebla’nın bestesini yeniden yorumlayarak hareket getiriyor ve onu bir kez daha gündeme taşıyorsa, bütün o “kahramanlık edebiyatı”nın dışında söylüyorum, Comandante gerçekten ölmemiş demektir.

Che’yi geçen yüzyılın belki de en önemli üç beş figüründen biri haline getiren şey, budur işte. Arjantinli genç adam, bir “savaş dehası” değildi; anıları, onun aslında böyle bir gerilla yaşamına hiç de yatkın olmadığının kanıtlarıyla dolu. Bir büyük teorisyen, bir “Marksizm bilirkişisi” falan hiç değildi; sosyalizmi sokaklarda kitap ve ansiklopedi pazarlamacılığı yaparken, bölük pörçük okuduğu kitaplardan öğrenmişti; bir de, devrim sonrası Küba’sının Sanayi Bakanlığı’ndaki kendi deneyimlerinden.

Che, bencilliği, kendi üç günlük çıkarlarını, basit hırsları bir yana bırakıp, daha güzel bir dünya için, daha yaşanası bir dünya için, kellesini ortaya koyarak mücadele vermenin “fantezi” değil, “gerçek” olduğunu tüm dünyaya kanıtlamıştı. Buydu onu farklı yapan. Bir kez birileri tarafından gerçekleştirilmişse, o şey artık herkes için “mümkün” demektir.

Che, bir sosyalist, bir devrimci ya da bir “gerilla kahramanı” olduğu için değil; ideallerine gönülden bağlı, vicdanlı ve özverili bir insanın, zulme, yalanlara, baskıya ve kendine “aydın” diyen bazılarının ikiyüzlülüğüne karşı cesaretle durduğunda neler yapabileceğini gösterdiği için anıtsaldır bugün.

Bazılarının, ölümünün üzerinden kırk yıl geçtikten sonra bile “Ama canım o da önüne gelen kadını hamile bırakmış, yapmadığı serserilik kalmamış, Fidel’in zorbalıklarına göz yummuş hatta uyum sağlamış” diye çamur atma yarışına bu kadar pervasızca girmelerinin ya da başka birilerinin “Che mi? Amaan... Artık ticari bir meta oldu canım. Her yerde o posterler, armalar falan” diye burun kıvırmaya çalışmalarının nedeni de bu. Ölümünden kırk dört yıl sonra bile (korkmasalar dahi) rahatsızlık duyuyorlar Che’den. Yapılamayacak olduğu ileri sürülenin olanaklılığını gösterdiği, “kötü örnek” (!) olduğu ve kendi ikiyüzlülüklerini suratlarına vurduğu için.

O halde, Hasta La Victoria Siempre, Comandante!