Tarihsel sosyoloji alanının önde gelen isimlerinden olan dünyaca ünlü sosyolog ve yazar Immanuel Wallerstein, dünya genelinde yaşanan güncel gelişmeleri analiz ettiği ve kendi sitesinde her 15 günde bir yayınlamakta olduğu yazılardan sonuncusunu ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve özerklik’ konusuna ayırdı.

Yazarın 15 Ocak tarihli bu yazısının Türkçe çevirisini, kendisinden aldığımız özel izinle yayınlıyoruz...

Çeviren: Erdoğan Usta / DEMOKRAT HABER

Yirminci yüzyılın önde gelen tuzaklarından biri de halkların, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi meselesiydi. Bu kavram, teoriyle ilgilenen herkesin hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bir imanla bağlı olduğu bir kavramdı. Ancak iş pratiğe geldiğinde mesele çetrefilli bir hal alıyor, sorunlu bir görünüm kazanıyordu. Temel sorun, kendi kaderine dair karar verecek olan halkın, ulusun hangisi olduğuna nasıl karar verileceği noktasıydı.

Bu konuda asla bir uzlaşıya varılamadı. Sömürgeler döneminde mesele görece daha basitti. Ancak egemen birer devlet olarak kabul görmüş devletler döneminde görüşler farklılaştı, üstelik de şiddetli bir biçimde farklılaştı. Başlıktaki mesele güncel, zira Güney Sudan’da yapılan referandumla birlikte “halk”, Sudan adıyla anılan devletin bir parçası olmaya devam mı edeceğine, yoksa Sudan’dan ayrılarak yeni bir devlet mi kuracağına karar verecek.

İstisnasız bütün ülkelerde, o ülkede iktidarı elinde tutan ve bizim jakoben pozisyon diye adlandırmak durumunda olduğumuz bir konumlanışa sahip olan insanlar vardır. Onlara göre söz konusu ülkede yaşayan bütün yurttaşlar zaten bir ulus oluşturmuş, bu ulus da kendi kaderini tayin etmiştir. Burada jakoben ilkeler bağlamında bir ulus devletten sadece bir politik arzu olarak değil, bir gerçeklik olarak söz ediyoruz. Jakobenlere göre devlet, devlet ile yurttaş arasında bir yerde konumlanmış grupların meşruiyetini ve haklarını tanımayı reddetmeli ve böylelikle de kendisini güçlendirmeli ve sağlamlaştırmalıdır. Bireylerin hakları vardır, ancak grupların yoktur.

Yine istisnasız bütün ülkelerde (genellikle “azınlık” diye adlandırılan) ve bu fikre itiraz eden insanlar da vardır. Onlara göre jakoben konumlanış, esasen dominant grubun çıkarlarını perdelemektedir. Dominant grup böylelikle kendi ayrıcalıklarını muhafaza edebilmekte, bunun bedelini de dominant grup dışındaki diğer gruplara mensup olanlar ödemektedir. Azınlıklar (genellikle, ama her zaman değil, gerçekte nüfusun sayısal çoğunluğunu da oluştururlar) grupların hakları tanınmadığı sürece devlete eşitlikçi bir katılımın da engellenmiş olduğunu ileri sürerler.

Bu azınlıkların engellenmekte olduğuna inandıkları “haklar” nelerdir? Bunlar kimi zaman konuşulan dile ilişkin haklardır. Yasal alanda, iş hayatında ve eğitimde “resmi” dil dışında dillerin de kullanılabilmesine ilişkin haklardır. Kimi zaman dine ilişkin haklardır. Resmi olarak tanınmış olan din dışındaki dinlerin de ayinlerini kamuya açık biçimde özgürce gerçekleştirebilmeleri, insanların medeni yaşamlarını dinsel inançlarının bir parçası olan dini yasalara uygun bir biçimde sürdürebilmeleri gibi. Kimi zaman toprak hakkıdır. Devlet tarafından uygulanan mevcut yasalardan farklı olarak, geleneksel hükümler gereği toprağı elinde bulunduran grupların hakları gibi.

Azınlık gruplarının haklarını güvence altına almaya dair iki temel yaklaşım bulunuyor. Bunlardan birincisi, sosyal ve yasal hayat içerisinde resmi olarak kabul edilmiş özerk alanların oluşturulmaya çalışılması. İkincisi ise görece bütünsel bir coğrafya üzerinde yaşayan grupların ayrılarak yeni bir devlet kurmaya çalışmaları. Pek çok grup açısından bu iki yaklaşım, söz konusu grupların yönelecekleri iki farklı alternatif olarak görülüyor. Kimi zaman da bir grubun ayrılığa dönük siyasi ve/veya askeri çabaları yenilgiye uğradığında söz konusu grup bu kez de otonomiye yöneliyor.

Türkiye’deki Kürtler, tıpkı Irak’takiler gibi, bir ayrılığın yollarını aradılar. Ancak şimdi otonomiye dayalı bir çözüme de hazır görünüyorlar. Öyle görünüyor ki aynı şey Qubec’deki Frankofon’lar için de geçerli olacak. Güney Sudan’daki insanlar ise diğer istikamette yol alıyorlar, tıpkı Sırbistan’daki Kosova’lılar gibi.

Buradaki kritik nokta şu ki söz konusu mesele neredeyse asla bir devletin kendi iç meselesi ile sınırlı olmuyor. Bağımsız bir devlet olabilmek için öncelikle diğer bağımsız devletler tarafından meşru bir varlık olarak tanınmış olmak gerekiyor. Günümüzde Kuzey Kıbrıs’taki Türk Cumhuriyeti, diğer devletlerden yalnızca bir tanesi tarafından tanınmış bulunuyor. Dolayısıyla, elindeki toprak parçası üzerindeki kontrolünü fiili olarak sürdürüyor olsa dahi, uluslararası organizasyonlara katılamıyor.

Kosova bağımsızlığını ilan ettiğinde Birleşmiş Milletlere üye ülkelerden sadece yarısı tarafından tanındı. Bu durumda hangi devletin niçin Kosova’yı tanıdığını sormak durumundayız. Bunların arasında kimi Avrupalı ülkeler de vardı, ancak diğerleri (özellikle de Çin ve Rusya) bunun bir emsal teşkil etmesinden kaygı duydular. Onlara göre eğer Kosova tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan edebilirse, kendi ülkelerinde yaşayan benzeri grupların da bu durumu emsal gösterip aynı yoldan gitmeleri mümkün olabilirdi. Bununla birlikte ABD ve kimi Batı Avrupalı devletler açısından Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılması kendi jeopolitik çıkarların hizmet eden bir olaydı ve bu ülkeler Kosova’nın bağımsızlığını zaman yitirmeden tanıdılar. Kosova’ya maddi ve politik destek sundular.

Onlarca yıl önce, Biafra Nijerya’dan ayrılmaya çalışırken, neredeyse bütün Afrika ülkeleri Nijerya hükümetinin isyancı güçleri bastırma çabalarına destek vermişti. Bunun temel gerekçesi, neredeyse tüm devletlerin sınırlarının eski sömürgeci güçler tarafından keyfi biçimde çizildiği ve etnik sınırları böldüğü Afrika kıtasında Biafra’nın ayrılığının korkunç bir emsal teşkil edecek oluşuydu. Bütün Afrika devletleri, her ne kadar “yapay” görünüyor olsa da, kolektif düzenin yegane güvencesi görünümündeki mevcut sınırları korumak isteği içindeydi.

Günümüzde ise, Güney Sudan’da yapılan referandumun büyük bir ağırlıkla ayrılık yönünde netice vereceği görülüyor. Biafra’yı tanımamış olan Afrika devletleri ve Kosova’yı tanımayan Çin bu yeni devleti derhal tanıyacak gibi görünüyor. Dahası, bölünen ülkenin kendisi de yeni kurulacak ülkeyi tanımaya hazır durumda.

Peki neden? Bunun yanıtı çok basit. Bu yönde hareket etmenin çeşitli jeopolitik nedenleri var. Çin, büyük bir petrol ihracatçısı olacak olan bu yeni devletle geleceğe dönük iyi ilişkiler geliştirmek istiyor. Öyle görünüyor ki Çin’in petrol alımı için duyduğu ilgi, Çin’deki ayrılıkçı gruplar açısından bir emsal teşkil etme tehlikesinin yaratacağı olası bir kaygıya baskın gelmiş durumda. Sudan bu yeni ülkeyi tanımaya hazır zira ABD, eğer barışçıl bir ayrılığın yaşanmasına izin verirlerse, Sudan’a karşı sürdürdüğü politikada belli değişikliklere gitmeyi vaat etmiş bulunuyor. Bu iki ülke arasındaki anlaşma fiilen diğer Afrika ülkelerini de bağlamış durumda. Kaldı ki zaten bu ülkeler, Arap’lar tarafından yönetilen Sudan karşısında, ayrılmakta olan Nilotik halkına sempati beslemekteler.

Yirmi birinci yüzyılda jakoben seçenek pek çok ülkede geriliyor. Azınlık olarak adlandırılanların önündeki gerçek soru, otonomi mi yoksa ayrılık mı sorusu. Her bir örnek iki açıdan bir diğerine göre farklılık arz ediyor. Var olan demografi ve her bir devletin tarihi bir diğerinden farklı. Dolayısıyla neyin en makul ve adil çözüm olduğu da farklılık gösteriyor. Her bir örnekte, ayrılarak yeni bir devlet kurmuş olanlar, bu defa kendi sınırları içinde yeni “azınlıklar” buluveriyorlar. Bu tartışma belli ki asla tükenmeyecek.

Bunun yanında ikinci bir tartışma konusu daha var. Otonomi yahut ayrılma yönündeki kararlar jeopolitik sonuçlara sahip ve bu sonuçlar da bir bütün olarak dünya-sistemi üzerinde sürmekte olan mücadeleler açısından ciddi etkilere neden oluyor.  Bu çatışmaların tarafı olan devletlerin her biri, netice itibarıyla, kendi çıkarlarının takipçisi olma gayreti içerisinde. Bu nedenle bir vaka karşısında takındığı tutum ile bir başka vaka karşısında takındığı tutum arasında karşıtlıklar dahi oluşabiliyor. Tam da bu nedenledir ki dış güçler, ayrılık yahut otonomi yönünde verilecek her hangi bir kararın öncelikle, jeopolitik sonuçları ile ilgilidirler. Ne var ki bu dış güçlerin oynadığı rol, çoğu kez belirleyici bir rol oluyor.